Pazartesi, Eylül 11, 2006

Çavdar Tarlasında Çocuklar

(…) Yalnız, maçı pek izlemiyordum. Orada öyle takılmamın nedeni; kendimce bir çeşit veda duygusu yaşamaya çalışmamdı. Birçok okuldan, birçok yerden ayrıldım, ayrıldığımı anlayamadım. Bundan nefret ediyorum. Ayrılışlarım acıklı, hatta kötü olabilir, ama bir yerden artık ayrılıyorsam bunu anlamak istiyorum. Bunu anlamadığınız zaman kendinizi daha kötü hissediyorsunuz. (10)

“Hayat, tabii ki bir oyundur, evladım. Hayat, kurallara göre oynanması gereken bir oyundur. ”
“Evet, efendim. Öyledir, biliyorum.”
Oyunmuş, kıçımın kenarı. Oyun öyle mi? Tüm asların bulunduğu takımdaysan, oyun o zaman, tamam; kabul ederim. Ya öteki takımdaysan, as oyuncu filan yoksa, oyunla ilgisi kalır mı bunun? Hiç yani. Yok oyun moyun. (14)

Buyurun işte; bu da beni acayip hasta eder yani. Siz kompozisyon yazmada iyisinizdir, birileri de kalkar, böyle noktalardan, virgüllerden söz eder. Stradlater bunu hep yapardı zaten. Kendisinin yalnızca noktaları, virgülleri yanlış yere koyduğundan kompozisyonda iyi olmadığını sanmanızı isterdi. (33)

(…) Hatırlamayışımın nedeni; felaket üzgündüm. Bir şeylere üzülüyorsam, tuvalete gitmem gerekse bile gitmem. Üzülmekten gidemem. Üzülmeyi bırakıp gidemem. (44)

Sürücü uyanık herifin tekiydi. “buradan dönemem, ahbap. Burası tek yönlü bir yol. Doksanıncı Sokağın sonuna kadar gitmek zorundayım.”
Tartışmaya girmek istemiyordum. “Tamam” dedim. Sonra birdenbire aklıma bir şey geldi. “Hey, bakar mısınız?” dedim. “Güney Central Park’ın hemen yanındaki o gölde bulunan ördekleri biliyor musunuz? O küçük göldeki hani. Acaba, göl donduğunda, o ördekler nereye gidiyorlar, biliyor musunuz? Haberiniz var mı, acaba?” Ama anladım ki, ancak milyonda bir olasılıkla haberi olabilirdi.
Döndü, bana manyakmışım gibi bir baktı.
“Sen n’apıyosun ahbap, ha? Benimle kafa mı buluyorsun?”
“Hayır; yalnızca merak ettim, hepsi bu kadar.” (63)

(…) Gece geç saatlerde New York’ta birinin kahkaha atması dehşet verici bir şeydir. Millerce öteden duyabilirsiniz. Bunu duyunca yalnızlığınız daha da artar, moral diye bir şey kalmaz insanda. (82)

(…) Benim derdimde bu işte; bir şeyim kaybolunca hiç umursamıyorum; küçükken annem buna çok kızardı. Bazı herifler kaybettikleri bir şeyin peşinde günlerce koştururlar. Kaybedince üzüleceğim bir şeyim olmadı hiç. (89)

Bizim Sunny gittikten sonra, koltukta oturup bir iki sigara daha içtim. Dışarıda gün ağarıyordu. Vay canına, çok kötüydüm! Moralim öyle bozuktu ki, anlatamam size. Ben de ne yaptım, başladım yüksek sesle konuşmaya, Allie’yle. Moralim çok bozulduğunda bazen böyle konuşurum onunla. Ona, durmadan, eve gidip bisikletini almasını, onu Bobby Fallon’ların evinin önünde beklediğimi söylüyordum. Bobby Fallon, Maine’deki evimizin hemen yakınında oturuyordu; bu dediklerim yıllar önceydi. Her neyse, olan şuydu; bir gün Bobby’le ikimiz bisikletle Sedebego Gölü’ne gidecektik. Öğle yemeklerimiz filan da alacaktık, BB tüfeklerimizi de; daha çocuktuk, BB tüfekleriyle atış yapacak bir şey buluruz diye düşünmüştük. Neyse, Allie konuştuklarımız duymuş, o da gelmek istedi, ama ben istemedim. Ona, daha küçük olduğunu söyledim. İşte böyle ara sıra, moralim çok bozulduğunda, onunla, “Tamam. Eve git, bisikletini al ve Bobby’lerin evinin önüne gel. Çabuk ol,” diye konuşurum. Onunla birlikte gezmeyi sevmediğimden değildi. Ama bir gün de istememiştim gelmesini. Hiç kızmamıştı – hiçbir şeye kızmazdı o – ama ne zaman moralim bozulsa, hep aklıma gelir bu. (98)

(…) Eskiden onu pek akıllı sanıyordum, o aptallığımla tabii. Öyle sanmamın nedeni; tiyatro, edebiyat ve bütün bu zırvalıklar üzerine çok şey bilmesiydi. Birisi bu konularda pek çok şey biliyorsa, onun aptal olup olmadığını anlayabilmeniz epey zaman alıyor. Sally’nin ne olduğunu anlamam için yıllar geçmesi gerekti. Sanırım, onunla bu kadar oynaşmasaydık, çok daha önce anlayabilirdim. En büyük sorunum da bu benim; kiminle biraz oynaşsam, onu bayağı akıllı biri sanıyorum. Hiç de öyle değil tabii, ama ben yine de öyle sanıyorum. (104)

(…) Düşünün; bir bar tezgahının çevresine dizilip oturmuşlar, sırtlarında o lanet damalı yelekleri, tiyatro oyunlarını, kitapları ve kadınları, o yorgun, kasıntı sesleriyle eleştiriyorlar. Bitiyorum bu heriflere. (124)

(…) “Derdim bu benim. Lanet olasıca derdim de işte bu benim”, dedim. “Ben hiçbir şeyde, hiçbir yarar göremiyorum. Çok kötü durumdayım. Berbat durumdayım.” (128)

(…) Gerçekten sarhoş olduğum zaman hep yaptığım gibi, yine başladım kendi kendime, karnımdan vuruldum diye saçmalamaya. Barda karnından vurulmuş olan yegane herif bendim. Kanım ortalığa akmasın diye, elimi ceketimin altından mideme bastırıyordum. Yaralı olduğumu hiç kimse bilmesin istiyordum. Yaralı bir orospu çocuğu olduğumu hiç belli etmiyordum. (145)

(…) Nasıl bir iş olursa olsun, fark etmezdi zaten. Kimse beni tanımasın, ben kimseyi tanımayayım, bu yeterdi. Düşündüm, sağır-dilsizmişim gibi numara yapardım. Böylece, hiç kimseyle o salak konuşmaları yapmak zorunda kalmazdım. Biri bana bir şey demek istediğinde bir kağıda yazar, bana uzatırdı. Bundan bir süre sonra sıkılınca da, ömrümün sonuna kadar insanlarla konuşmaktan kurtulurdum. Herkes beni sağır-dilsiz herifin teki sanır, beni rahat bırakırdı. (188)

J. D. Salinger

Hiç yorum yok: