Pazartesi, Ağustos 22, 2005

Aylak Adam



(...) Şaşı kadın karmaşık yollardan bana Zehra teyzemi getiriyordu. Dizinde yatarken yalnız benim bildiğim kokuyla dolu, kimi duran, kimi kıpırdayan dudaklarına bakardım. Arada eğilir, ben büyük, inanılmaz bir şeyler olacağını beklerken salt burnumun ucunu öperdi. Yüzü bana inerken gözleri şaşılaşırdı.



(...) Karşı apartmanın yüzünde bir perde kalktı; bir kadın kımıldamadan sokağa baktı. Yoksa o mu? Perde indi. Yoksa her şey ben olmadığım zaman, benim olmadığım yerlerde mi oluyordu?



(...) Ya o sonuna dek gidip de bir tek servi göremeyeceğin “Sıra Serviler Caddesi” (...)


- Ama omuzu düşük adamdan sen de çekinmedin mi? Dedi Necmi gülerek.
- Ben başkayım.
- Ben de başkayım. (Fatma'ydı bu.)
- Doğru, hep başkayız. Ayak bastığımız her yer dünyanın merkezi oluyor. Her şey bizim çevremizde dönüyor...


İki saat sonra kalabalığın içinde, sinemadan bir dar sokağa çıkan sanki başka birisiydi. Düşünüyordu: “Çağımızda geçmiş yüzyılların bilmediği, kısa ömürlü bir yaratık yaşıyor. Sinemadan çıkmış insan. Gördüğü film ona bir şeyler yapmış. Salt çıkarını düşünen kişi değil. İnsanlarla barışık. Onun büyük işler yapacağı umulur. Ama beş-on dakikada ölüyor. Sokak sinemadan çıkmayanlarla dolu; asık yüzleri, kayıtsızlıkları, sinsi yürüyüşleriyle onu aralarına alıyorlar, eritiyorlar.”





İçerisi karanlıktı. Yer gösteren kızın tuttuğu soluk ışıkta, aralarındaki boş koltuğa oturduğu iki kişiden birinin kadın ötekinin erkek olduğunu yalnız giysilerinden belliydi. Geriye yaslanınca omzu solundaki erkeğin omzuna değdi. Çekmediler. Film hoşuna gidecek gibi görünüyor. Kılıksız genç adam koca koca yapılara girip çıkarak büyük şehirde iş arıyordu.
Solundaki erkek kolunu onunkine bastırdı. Perdedeki genç iş buldu; kılığı düzeltti. Beş-on kişiyle birlik bir işletmede çalışıyor. Önlerinden kutular geçiyor. Orada bir kız da var. Olmasın mı? Bir yazarın dediği gibi: “Kadınsız hikâye tuzsuz aşa benzer.”
Ayşe elini oturduğu yerin koltuğuna bırakırken bunun bir çağrı olabileceğini düşündü. Aldırmadı. Yanındaki erkek bu çağrıya dayanamıyormuş gibi korka korka uzanıp elini tuttu. Çekmedi. Varsın okşasın. İlkel bir yaklaşma, sürtünme duygusuydu bu. Ötekini düşündü. O böyle şeyler yapmazdı. Her zaman kendi kendisiyle savaştadır. O gün suçsuz olduğunu ona anlatmayacaktı. Filmdeki genç adamla kız işletmeden birlikte çıktılar. Sokakta konuşarak yürüyorlar. Sonra evinin önündeki genç adam kızı öptü.
Yanındaki, elini daha kuvvetlice sıktı. Ayşe'nin içinde ılık, eskiden tadılmış bir huzur vardı o an, ama bu çok sürmedi. Baktı o bilmediği erkek ona doğru eğiliyor. Kalınlaşmamış, titrek bir ses duydu:
- Bayan, çıkınca biraz dolaşır mıyız?
Bir genç horoz konuşabilseydi ancak bu sesle konuşurdu. Neden insanlar susmayı bilmiyor? “O bilir. Susulacak zamanı o bilir.” Birden içinde ona karşı dayanılmaz bir sevgi, bir özlem duydu. Elini biri nerde? Çekti aldı. Yerinden kalktı. İşte gidecek. Filmi görmese de olur. Sinemadan çıkarken yarın gelip yine beklemeyi kuruyordu. Bu gece günlüğüne ne yazacak? Bu günü nasıl özetleyecek? “Bir horozun vakitsiz ötüşü” diye yazsa olmaz mı?





Önce şaştı. “Ah, bu kadarı fazla...” İçinde yıkıcı, acı verici bir deprem başladı. Dönüp baktı. Şu yakışıklı erkek işte buydu. Artık tanıyordu onu. Şiirlerin, kitaplardan kapma büyük sözlerin yapma süsünden sıyrılmış; beylik yargılarla dolu, bayağı. Böyleleri için en önemlisi kızlıktı. Oysa B.'nin ona vermek istediği şeyin yanında kızlık neydi ki?




(...) Taksim demişler buraya. Yollar ayrılıyor diyedir.



(...) Kadınların neden evlendiklerini anlıyorum: Yalnız kalabilmek için.



(...) Bir örnek yazılar yazmak, bir örnek dersler vermek, bir örnek çekiç sallamaktı onların iş dedikleri. Kornasını ötekilerden başka öttüren bir soför, çekicini başka ahenkle sallayan bir demirci bile ikinci gün kendi kendini tekrarlıyordu. Yaşamın amacı alışkanlıktı, rahatlıktı. Çoğunluk çabadan, yenilikten korkuyordu. Ne kolaydı onlara uymak! Gündüzleri bir okulda ders verir, geceleri sessiz, güzel kadınlarla yatardı istese. Çabasız. Ama biliyordu: Yetinemeyecekti. Başka şeyler gerekti. Güçlüğü umutsuzca zorlamak bile güzeldi.




(...) Yaman adamdı bu dilenci. İnsanların işten dönerken ucuza huzur satın aldıklarını biliyordu.



(...) Güler titremiş, “- Canım,” demişti, “benim deli sevgilim.” Bir sigara yaktı. “Onun deli sevgilisi! İşte ben buyum.”



İçinde oturanları tanıyorum. Erkek en yakın lisede ingilizce öğretmeni. Karısı, onunla evlensin diye okulunu yarıda bıraktı. Sevişerek evlendiler. İki çocukları var: Biri kız, biri oğlan. Erkek akşamları elinde paketler, kese kağıtlarıyla döner. Yemek yerler. Çoğu geceler adam ya öğrencilerinin yazılı ödevlerini düzeltir, ya da gazete okur. Arada, “bu yıl kömür kıtllığı olacakmış!” diye mırıldanır. Kadının kucağında hep yamanacak bir şeyler bulunur. Kocasına bakar. “Uğrunda fakülteyi bıraktığım bu rahatına düşkün adam mıydı?” diye düşünür. Sonra dalar. Bir gün okula giderken otobüste bir genç gözünün içine bakmıştı. “Neden kaşlarımı çattım ona, diye hayıflanır, onunla belki başka türlü olurdu.” Ya birlikte uyudukları yatak... Erkek karısını değiştiğini, okula yeni verilen tarih hocasını düşünür. Kadın otobüsteki gençledir.
-Yapamıyorum, dedi. Olmuyor. Oysa seni seviyorum, biliyorum. Ama yapamıyorum. Neden, neden olmuyor?
“Çünkü yardım etmiyorum sana,” diyecekti, demedi. “Soyunurken, babanın duyunca, nasıl şaşıracağını, başkalarının neler diyeceğini düşündün. Şimdi seni kucaklayıp yatağa yıksam, öpe okşaya etini kışkırtsam, kulağına benden duymak istediklerini söyleyip seni kandırsam her şeyi yeniden unutursun. İstemiyorum böylesini Yarım bardak şarap içirdim diye nasıl içimi yedim görmedin mi? Bu mavi boşlukta etimiz bile sonuna dek sevişemiyor. Çünkü bu ses geçmez, ışık sızmaz odada bile başkaları bizimle birlik. Ama bir gün babanı, başkalarını kovup geleceksin. O zaman keskin ışıkta soyunup açık pencerede sevişeceğiz. Acelem yok benim biliyorsun.” Kucağındaki saçları öptü.
- Zarar yok, dedi. Ağlama.



(...) Bunca lüzumsuz eşya vardı da, neden en gereken, bir sigara küllüğü yoktu. Kadınlar da böyleydi. Dünyada gereğinden çok kadın vardı ama, yalnız bir teki yoktu.


(...) Anlamış. Ama anlayamadığı bir şey yok mu, benim bile anlayamadığım? “Annem diyor ki...” gibi, “Bugün olmaz” gibi... Bugünün çok uzun olduğunu bilmiyor mu?



(...) Ya insanlar? Onların yaşamasında her şey ayrıntı. Önemli olan yemek değil, yenecek yemeğin çeşididir; giysi değil, giysinin çeşidi; ayakkabının çeşidi. Günlerin adı bile... Belli günlerde belli yaşamları vardır. Pazar günleri pazarlık yaşamalarını kuşanırlar, çarşambaları çarşambalık! Hep ayrıntılar! Paranın sayısı gibi. Güler'in mavi gözlü oluşu gibi (...)



(...) Ayşe gelmedi. “Sevişen iki insanda bile bir anda aynı duygular olmuyor. Önemli bu, unutmamalı. İki kişillik toplumlarda önemli sorunlar! Bir deneme başlığı olabilir. Biri çıkıp yazsa... Ben? Yapamam; yaşamak varken. Ben ya ararım ya yaşarım. Aynı anda ortak duygular ancak iki etin birbirine dokunmasıyla başlıyor. Gidip bacaklarını okşasaydım onu kendi duyarlılığıma katabilirdim. Acaba? Güler'i öperken düşündüklerim neydi? Gene de ortak bir yanımız vardı. Özet: Duyarlık akımı ancak insan etinin değinmesiyle olabilir. Hava tanımlamasında başka bir değişiklik: Hava iletken değildir. Tam anlaşma mı istiyorsunuz? Öyleyse, haydi bakalım insanlar, aranızda hava boşluğu bırakmayın! Ya gözler, bakışlar? Eluard, “Gözler konuşmaya başladığı zaman her şey susar,” demiyor mu? Öff! Sıkıntılı konular! Bırak düşünmeyi, bu sıcak kumların tadını kaçırma.”



(...) Sevilende bizimle ortak duygular vardır sanırız.


(...) İnsanlar yalan söyledikleri zaman dinlemeyi severim. Olmak istedikleri, olamadıkları “kişi” yi anlatırlar.



- Bütün çağların trajedisi bu, Ku-ya-ra; “Kumda yatma rahatlığı.” A-da-ko: “Ağaç dalı kompleksi.” Şimdi kumda yattığım için kuyara diyorum. Daha da genişletilebilir. Kuyara, alışılmış tatların sürüp gitmesindeki rahatlıktır. Düşünmeden uyuyuvermek. Biteviye geçen günlerin kolaylığı. Ya adako? Ağaç dalındaki, gövdeden ayrılma eğilimini fark ettin mi bilmem? Hep öteye öteye uzar. Gövdenin toprağa kök salmış rahatlığından bir kaçıştır bu. Özgürlüğe susamışlıktır. Buna ben “ağaç dalı kompleksi” diyorum. Genç hastalığıdır. Çoğunlukla kuyara dişidir. Adako erkek. Pek seyrek cins değiştirdikleri de olur. Ağaç dalı kompleksine tutulmuş kişi tedirgindir. İnsanların ağaç dallarını budayıp gövdeye yaklaştırdıkları gibi, yakınları onun içindeki bu Adako'yu da budarlar. Onu gövdeden ayırmamak için ellerinden geleni yaparlar. Kimi insana ne yapılsa yararı olmaz. Asi daldır o. Ayrılır. Balta işlemez ona.


- Bir şey mi arıyorsunuz beyim? Diye sordu
- Evet! Eski bir koku, dedi.
- Buralarda bulamazsınız. Caddedeki eczaneye sorun bir kere.


Gözlerini açtı. Kadın uzaklara bakıyordu. Yaşamanın güç olduğu bir dünyadan uzağa, çocuklukta tadılmış bir huzura kaçmak gerekti; hiç olmazsa bir güncük, yanında ona o tadılmış huzuru hatırlatan bu kadın varken. Sorduğu için pişmandı. Duymak istediği başka türlü laflardı; örneğin bir yemek tarifi. Çocukluğunda sık sık yemek tarifi dinlerdi.
-Bana, “Reçel kıvamına gelince indirirsin” desene.
- Anlamadım. Neydi?


-Ya içmediğim zamanlar?
- O zaman ararım.
- Hep arayacaksın sen. Ya resim, ya kitap...
- Tutamak sorunu. İnsanın bir tutamağı olmalı.
- Anlamadım.

- Tutamak sorunu dedim. Dünyada hepimiz sallantılı, korkuluksuz bir köprüde yürür gibiyiz. Tutunacak bir şey olmadı mı insan yuvarlanır. Tramvaydaki tutamaklar gibi. Uzanır tutunurlar. Kim zenginliğine tutunur; kimi müdürlüğüne; kimi işine; sanatına. Çocuklarına tutunanlar vardır. Herkes kendi tutmağının en iyi, en yüksek olduğuna inanır. Gülünçlüğünü fark etmez. Kağızman köylerinden birinde bir çift öküzüne tutunan bir adam tanıdım. Öküzleri besiliydi , pırıl pırıldı. Herkesin, “- Veli ağanın öküzleri gibi öküz, yoktur, ” demesini isterdi. Daha gülünçleri de vardır. Ben, toplumdaki değerlerin ikiyüzlülüğünü, sahteliğini, gülünçlüğünü göreli beri, gülünç olmayan tek tutamağı arıyorum: Gerçek sevgiyi! Bir kadın. Birbirimize yeteceğimizi, benimle birlik düşünen, duyan, seven bir kadın!



(...) Biliyordu. Yanından hızla geçen taksiye baktı. Arkasından gitmedi. Biliyordu. Yanından hızla geçen taksiye baktı. İçinde oturan kadınla erkek sanki iki mankendiler. “Neden? Neden böylesiniz?” Olanla yetinerek, aramadan, düşünmeden yaşanılsın diye yaratılmış bir dünyada yalnızdı. Sırtı kaşınıyordu. Eve gidip yıkanacaktı.



Sustu. Konuşmak gereksizdi. Bundan sonra kimseye ondan söz etmeyecekti. Biliyordu; anlamazlardı.

Yusuf Atılgan

Hiç yorum yok: