Çarşamba, Eylül 14, 2005

Ruh Çözümlemesine Giriş Konferansları

 

(Payel Yayınevi – Birinci Basım)
(…) Uygarlığın yaşamın dayatmalarının baskısı altında içgüdülerin doyurulması pahasına yaratıldığını ve de uygarlığın büyük ölçüde durmadan yeniden yaratıldığına inanıyoruz; çünkü insan toplumuna her yeni giren birey bu içgüdüsel doyunumunu tüm toplumun yararına yenilemektedir. Bu kullanıma konulan içgüdüsel güçler arasında cinsel itkiler önemli bir rol oynarlar; bu süreçte onlar yüceltilmişlerdir – yani cinsel hedeflerinden sapmış ve toplumsal olarak daha yüce ve artık cinsel olmayan hedeflere yönelmişlerdir. Ama bu düzenleme kararsızdır; cinsel içgüdüler mükemmel olarak evcilleştirilmemişlerdir ve uygarlık işine katıldığı varsayılan her birey için onun cinsel içgüdülerinin bu işe katılmayı reddetme riski bulunmaktadır. Toplum, uygarlığı için cinsel içgüdülerin serbest kalması ve özgür hedeflerine geri dönmelerinden daha büyük bir tehdit bulunmadığına inanır. Bu nedenle toplum kuruluşunun bu kararsız kesiminin anımsatılmasını istemez. Cinsel içgüdülerin gücünün ayrımsanması ya da bireyin yaşamında cinsel yaşamının öneminin gösterilmesi konusuyla hiç ilgilenmez. Tersine eğitimsel bir görüş açısıyla, dikkati tüm bu düşünceler alanından uzaklaştırmaya başlamıştır. Ruhçözümsel araştırmanın bu sonucuna hoşgörü göstermemesinin ve dahası onu estetik olarak iğrenç ve ahlaki olarak kınanası ya da tehlikeli bir şey diye damgalamasının nedeni budur. (44- 45)
(…) Dil sürçmesi ürününün belki de kendi hedefini gözeten, tümüyle geçerli bir ruhsal eylem, içeriği ve önemi olan bir söz sayılmaya hakkı olduğunu. (55)
(…) Çok sık olarak sancılı bir kaza olan bir şey yitirmede kendimizin niyetli bir rol oynayabileceğimiz size inanılmaz gelecektir. (73)
(…)Henüz düşün uyaranın üstesinden gelişinin dinamik olarak nasıl olabildiğini bilmiyoruz ama görüyoruz ki aşağılayıcı bir biçimde söylendiği gibi düşler uykunun bozucuları değil uyku bozucularını defeden bekçilerdir. Hiç düş görmesek daha derin uyuyacağımızı sanırız ama bu yanlıştır; aslında düşler olmaksızın hiç uyuyamazdık. (142)
(…) Düşler, uykuyu bozan (ruhsal) uyaranları varsanısal doyum yöntemiyle defeden şeylerdir. (149)
Tüm ahlaksal bağlarından özgürleşmiş ego, uzun süredir bizim estetik yetiştirilmemiz tarafından lanetlenmiş ve ahlaksal çekincenin tüm gerekleriyle zıtlaşmış olanlar da içinde olmak üzere tüm cinsel arzularla da bütünleşecektir. (155)
İlk sırada düş görenin uyanıklık yaşamında bilmediği ve ayrımsamadığı simgesel bir anlatım biçimini emrinde bulundurduğu olgusuyla karşılaşıyoruz. (177)
(…) Çocuklar önce kendilerini severler ve ancak sonraları başkalarını sevmeyi ve kendi egolarından bir şeyleri başkaları için kurban etmeyi öğrenirler. Bir çocuğun en baştan beri seviyor göründüğü insanlar bile başlangıçta çocuk onlara gereksindiği ve onlarsız olmadığı için – yani yine bencilikten itkilerle – sevilirler. Ancak çok sonraları sevme itkisi kendini bencillikten bağımsız kılar. Bencilliği ona sevmeyi öğretmişti tümcesi sözcük olarak doğrudur. (211)
Aklıma aşk rekabeti geliyor, vurgulu olarak da öznenin cinsine yönelik rekabet. Daha küçük bir çocukken oğlan kendisine ait saydığı annesine yönelik olarak özel bir sevgi geliştirmeye başlamıştır bile; babasını biricik malvarlığını tartışan bir rakip olarak görmeye başlar. Aynı biçimde küçük bir kız annesini babasıyla arasındaki sevgi ilişkisini bozan ve kendisinin pekala doldurabileceği bir konumu işgal eden bir kişi olarak görür. Gözlemler bize bu tutumların ne denli erken yaşlara dek uzandığını gösterir. Onları “Oedipus karmaşası” diye adlandırıyoruz çünkü Oedipus söylencesi yalnızca biraz yumuşatarak oğulun konumundan doğan iki uç isteği gerçekleştirir: babasını öldürmek ve annesini eş olarak almak. Oedipus karmaşası az ya da çok şiddetli olarak gelişebilir, hatta tersine dönebilir; ama çocuğun cinsel yaşamında düzenli ve çok önemli bir etmendir ve onun etkisini ve onu izleyen gelişmeleri küçümsememiz abartmamızdan daha tehlikelidir. (214)
İlk ve en önemli olarak çocukların bir cinsel yaşamları olduğunu yadsımak ve cinselliğin yalnızca erinlikten sonra cinsel organların olgunlaşmasıyla başladığını varsaymak bağışlanmaz bir hatadır. (215)
(…) Her şey birbiriyle çok derinlemesine bağlantılı olduğu için insanın benzer doğada başka şeylerle ilgilenmeksizin bir şeyin doğasına derinlemesine girebileceğini varsaymak olanaksızdır. (230)
(…) Ruhçözümsel sağaltımın görevi şu formülle ifade edilebilir: onun görevi patojenik olarak bilinçdışı olan her şeyi bilinçli yapmaktır. (284)
İşitiğiniz gibi [s. 299] normal cinsel doyumun engellenmesinin bir sonucu olarak bir nevroz hastalığına yakalanmak olasıdır. Ama bunun gibi gerçek bir engellenme oluştuğunda gereksinim cinsel uyarımın bu anormal yöntemlerine taşınır. Daha sonra bunun oluşum yolunu öğreneceksiniz. [s. 343 v.d.] Ama her koşulda [normal cinsel akımın] bu “yan yol” unun geri-tutulmasının bir sonucu olarak sapık itkilerin, eğer normal cinsel doyum gerçek dünyada hiçbir engelle karşılaşmasaydı ortaya çıkabileceklerinden, daha güçlü olarak ortaya çıkmaları gerektiğini ayrıt edeceksiniz. (309)
(…) Ve sonra tüm bu sapıklık eğilimlerinin köklerinin çocuklukta olduğu, çocukların onların tümüne bir yatkınlığı olduğu ve onları kendilerinin gelişmemişliklerine denk düşen bir ölçüde gerçekleştirdikleri – kısaca, sapık cinselliğin kendi ayrı itkilerine ayrılmış abartılmış bir çocukluk cinselliğinden başka bir şey olmadığı – ortaya çıkt. (310)
(…) Ama gerçek apaçıktır: eğer bir çocuğun cinsel yaşamı varsa bunun sapık türden olması zorunludur; çünkü, birkaç belirsiz ipucu dışında, çocuklar cinselliği üreme işlevine dönüştüren şeyden yoksundurlar. (315)
Cinsel sapıklıklarla ilgili görüşümüzü tamamlamaktia için eklemem gereken başka bir şey var. Ne kadar kötü tanınsalar, ne kadar normal cinsel etkinlikle keskince ters düşseler de sakin bir değerlendirme şu ya da bu sapık çizgilerin normal insanların cinsel yaşamında ender olarak eksik olduğunu gösterecektir. İki üreme organı yerine iki oral erotojenik bölgenin bir araya gelmesinden oluştuğundan bir öpüşme bile sapık bir eylem olarak tanımlanmayı hak edebilir. Yine de kimse onu sapık olduğu gerekçesiyle reddetmez; tersine cinsel eylemi simgeleyen yumuşatılmış bir ipucu olarak tiyatro gösterilerinde kullanılmasına izin verilir. (..) Tersine, sapıklıkların özünün cinsel amacın uzanımlarında değil, üreme organlarının yer değiştirmesinde değil ama yalnızca bu sapıklıkların gerçekleştirildiği ve sonucunda cinsel eylemin üremeye hizmet amacının bir yana konulduğu dıştalamada yattığını çok daha açık olarak görmeliyiz. Sapık eylemler normal cinsel eylemin sergilenmesine hazırlayıcı ya da şiddetlendirici katkılar olarak görüldüğü sürece gerçekte hiç de sapıklık değildir. (321)
(…) Doyrulmamış bir libido için insanoğlunun ortalama olarak dayanabileceği bir sınır vardır. (345)
(…) Zihinsel aygıtın kendisine içeriden ve dışarıdan çarpan uyaran miktarlarının ve uyarılma toplamlarının yönetimi ve giderilmesi amacına hizmet ettiğini söyleyebiliriz. (…) Hazsızlıktan kaçınma görevi onlar için neredeyse haz elde etme görevi kadar önemli hale gelir. (…) haz ilkesinden gerçeklik ilkesine geçiş Egonun gelişimindeki en önemli ileri adımlardan biridir. (355)
(…) Bir insan yalnızca eğer Egosu bir biçimde libidosunun yerini belirleme yeteneğini yitirirse nevroz hastalığına yakalanır. (383)
Ruhçözümlemesinin bir bilim olarak nitelenmesini sağlayan şey onun ele aldığı malzeme değil ama çalıştığı tekniktir. Nevrozların kuramına olduğu gibi, bundan hiç de daha az olmayan biçimde uygarlık tarihine, din bilimine ve mitolojiye temel doğasını bozmadan uygulanabilir. (385)
(…) Anksiyete duygusu durumunda onun hangi eski izlenimi yinelediğini bildiğimize inanıyoruz. Ölümcül bir tehlikenin etkilerinin prototipi haline gelmiş ve o zamandan beri anksiyete durumu şeklinde tarafımızdan yinelenen, hazsızlık duyumsamalarının, boşalım itkilerinin ve bedensel duyumların bir bileşiminin ortaya çıktığı yerin doğum eylemi olduğuna inanıyoruz. Kan tazelemesinin (rahim içi solunum) kesilmesine bağlı olarak uyarılmada meydana gelen büyük artış o zamanki anksiyete deneyiminin nedeniydi; dolayısıyla ilk anksiyete toksit bir anksiyete idi. (393)
(…) Son olarak, cinsel içgüdülerin anksiyetenin duygusal durumuna Ego içgüdülerinden daha sıkı biçimde bağlı olduğunu bulmuş gibiyiz. – yalnızca tek bir önemli açıdan eksik görülen sonuç. Bu nedenle bunu daha sağlam biçimde belirlemek için, gördüğümüz gibi, doyrulmamış libidonun anksiyeteye dönmesi en çok bilinen ve en sık gözlenen görüngüler arasında iken açlık ve susuzluk (iki en temel kendini koruyucu içgüdü) doyrulmadığında sonucun aşla onların anksiyeteye dönüşümü olmadığı biçiminde ki daha önemli olguyu ileri süreceğim. (408)
Çocuklarda ortamlar ilişkin ilk fobiler karanlık ve yalnızlık fobileridir. Bunlardan ilki sıklıkla yaşam boyu sürer; çocuk kendisine bakan, sevdiği bazı kişilerin – yani annesinin- yokluğunu duyumsadığında ise her ikisi de. Yan odadayken karanlıktan korkmuş bir çocuğun “Teyzeciğim, konuş benimle! Korkuyorum!” diye bağırdığını duydum. “Neden? Bunun ne yararı olacak? Beni göremezsin.” Çocuk bunu şöyle yanıtladı: “Eğer birisi konuşursa daha aydınlık oluyor.” Böylece karanlıkta duyumsanan bir özlem bir karanlık korkusuna dönüştürülmüştür. (403)
(…) Böylece yavaş yavaş nesnelere ilişik bulunduğumuz ve bu nesnelerle bağlantılı olarak doyum elde etme çabasının bir anlatımı olan libidonun nesneleri bırakabileceği ve onların yerine öznenin kendi egosunu koyabileceği kavramıyla tanıştık ve bu kavram giderek daha tutarlı biçimde gelişti. Libidonun bu biçimde yerleşimi için kullanılan adı –“narsisizm”- Paul Nacke [1899] tarafından tanımlanan, bir yetişkinin kendi bedenine genellikle bir dış cinsel nesneye uygulanan biçimde tüm okşamalar ve sevmelerle yaklaştığı, bir sapıklıktan ödünç aldık. (411)
Burası iki noktaya dikkat çekmek için uygun bir yer. İlki; narsisizm ve bencillik kavramları arasında nasıl bir ayrım yapıyoruz? Ben narsisizmin bencilliğin libidinal bir tamamlayıcısı olduğuna inanıyorum. Bencillikten söz ettiğimiz zaman yalnızca bireyin avantajını göz önüne alıyoruz; narsisizmden söz ettiğimiz zaman onun libidinal doyumunu da hesaba katıyoruz. Pratik güdüler olarak ikisi de oldukça uzak bir noktaya dek ayrı ayrı izlenebilirler. Libidinal doyum nesneyle bağlantılı olarak Egonun gereksinimlerinin bir kısmını oluşturduğu sürece kesin biçimde bencil olmak ama yine de güçlü nesne – yüklerini sürdürmek olasıdır. Bu durumda bencillik, nesne için çabalamanın Ego için bir zararı içermemesini güvence altına alacaktır. Bencil ve aynı zamanda aşırı narsistik olmak – yani, bir kez daha, ister doğrudan cinsel doyum amacı için, ister “aşk” adı altında “kösnüllük” le çelişkiliymiş gibi düşünme alışkanlığında olduğumuz cinsel gereksinimden türemiş daha üst düzey esinlenmelerle bağlantılı olarak, bir nesne için çok az gereksinim duymak - olasıdır. Tüm bu bağlantılarda narsisizm değişken öğe iken bencillik açık ve durağandır. Bencilliğin karşıtı özgecilik bir kavram olarak, libidinal nesne-yüküyle çakışmaz ama cinsel doyum özlemlerinin eksikliği ile ondan ayrılır. Bununla birlikte insan tamamen aşık olduğunda özgecilik libidinal nesne-yüküyle yakınlaşır. Cinsel nesne, kural olarak Egonun narsisizminin bir kesimini kendisine çeker hale gelir. Eğer, ek olarak bencilliğin cinsel nesneye özgeci bir dönüşümü söz konusuysa nesne aşırı güçlü hale gelir; sanki Egoyu yutar. (413)
(…) Önüne “artı” yerine bir “eksi” işaretiyle de olsa karşı koymanın en az boyun eğme kadar bağımsızlığa işaret etmesi gibi, düşmanca duygular da en az sevecen duygular kadar duygusal bir bağın belirtisidir. (437)
(…) Eğer bir bıçak kesmezse iyileştirmek için de kullanılamaz.

Sigmund Freud



Cuma, Eylül 02, 2005

Sisifos Söyleni




Bir sorunun bir başka sorundan daha önce sonuçlandırılması gerektiğini neye göre kararlaştırmalı diye sorulursa, gerektirdiği eylemlere göre, diye yanıt veririm. Hiç kimsenin varlıkbilimsel bir kanıt uğruna öldüğünü görmedim. Önemli bir bilimsel gerçeğe varmış olan Galilei, bu gerçek yaşamını tehlikeye sokar sokmaz, büyük bir rahatlıkla dönüverdi ondan. Bir bakıma iyi de etti. Uğrunda yakılıp ölmeye değmezdi bu gerçek. Dünya mı Güneş'in çevresinde döner, Güneş mi Dünya'nın çevresinde, hiç mi hiç önemi yok bunun. Kısacası, değersiz bir sorun. Buna karşılık, yaşamın yaşanmaya değmediği düşüncesine vardıkları için ölen nice insanlar görüyorum. Çelişkin bir biçimde, kendileri için bir yaşama nedeni olan (yaşama nedeni denilen şey, aynı zamanda çok güzel bir ölme nedenidir de) düşünceler ya da düşler uğrunda ölüme giden başka insanlar görüyorum. Böylece ivedilikle yanıtlanması gereken sorunun yaşamın anlamı olduğu yargısına varıyorum. Nasıl yanıtlamalı bunu? (15 -16)


(...) Düşünmeye başlamak, için için yenmeye başlamaktır. Bu başlangıçlarda toplumun fazla bir etkisi yoktur. Kurt insanın yüreğindedir. Yürekte aramak gerekir onu. Yaşam karşısında uyanıklıktan ışık dışına kaçışa götüren bu ölümcül oyunu izlemek ve anlamak gerekir. (16)


Derin duygular da büyük yapıtlar gibi bilinçli olarak söylediklerinden daha fazla anlam taşır her zaman. (22)


(...) Kimi durumlarda neler düşündüğü konusunda bir soruya kişinin “hiç” yanıtını vermesi bir yapmacık olabilir. Sevilen yaratıklar bunu iyi bilirler. Ama bu yanıt içtense, boşluğun çok şeyler anlattığı, günlük devinimler zincirinin koptuğu, yüreğin kendisini yeniden düğümleyecek halkayı arayıp da bir türlü bulamadığı şu garip tinsel durumu belirtiyorsa, o zaman uyumsuzluğun ilk belirtisi gibidir. (24)

(...) Yalnız bir gün “neden” yükselir ve her şey bu şaşkınlık kokan bıkkınlık içinde başlar. “Başlar”, işte bu önemli. Bıkkınlık, makinemsi bir yaşamın edimlerinin sonundadır, ama aynı zamanda bilincin devinimini başlatır. Onu uyandırır, gerisine yol açar. Gerisi, bilinçsiz olarak yeniden zincire dönüş ya da kesin uyanıştır. Uyanışın ardından sonuç gelir zamanla; intihar ya da iyileşme. (24)


Bu dünyaya dokunabiliyorum, onunda var olduğu yargısına varıyorum. Tüm bilgim burada duruyor, gerisi kurmaca. Çünkü varlığından kuşku duymadığım bu “ben” i kavramaya çalıştım mı, onu tanımlamaya, özetlemeye çalıştım mı parmaklarımın arasından akıp giden bir su oluveriyor. Bürünebildiği bütün yüzleri bir bir çizebilirim, ona bütün verilenleri, bu eğitimi, bu kökeni, bu ateşliliği ya da bu susmaları, bu büyüklüğü ya da bu düşüklüğü de bir bir çizebilirim. Ama yüzlerin toplamı yapılamaz. Benim olan bu yürek bile hep tanımlanamaz kalacak benim için. (29)

Kendi kendime de, dünyaya da yabancıyım, yardım umabileceğim tek şey de bir şeyi kesinlemeye yeltenir yeltenmez kendi kendini yadsıyan bir düşünce. Beni ancak bilmeye ve yaşamaya yanaşmadığım sürece esenliğe kavuşturan , fetih istekleri her türlü saldırıyı boşa çıkaran duvarlara çarptıran bu koşul nedir? İstemek çelişkilere yol açmaktır. Aldırmazlığın, yüreğin uykusunun ya da ölümcül vazgeçişlerin verdiği bu zehirli esenliğin doğması için düzenlenmiş her şey. (31)

(...) En baştinden en karışığına kadar, tüm bu durumlarda uyumsuzluk karşılaştırmanın terimleri arasındaki uzaklık büyüdüğü ölçüde büyük olacaktır. Uyumsuz evlenmeler vardır, uyumsuz meydan okumalar, kinler, susuşlar, savaşlar, hatta barışlar vardır. Bunların hepsinde de uyumsuzluk bir karşılaştırmadan doğar. Öylese, uyumsuzluk duygusunun bir olay ya da bir izlenimin basit incelenmesinden doğmadığını, bir durumla belirli bir gerçek arasındaki, bir eylemle onu aşan dünya arasındaki karşılaştırmadan fışkırdığını söyleyebilirim. Uyumsuz her şeyden önce kopuştur. Karşılaştırılan öğelerin ne birinde, ne de öbüründedir. Karşılaştırmalardan doğar.
Öyleyse, us düzleminde, uyumsuzun insanda da (böyle bir eğreltilemenin bir karşılığı varsa) dünyada da olmadığını, ortak varlıklarında bulunduğunu söyleyebilirim. Uyumsuz şimdilik onları birleştiren tek bağ. Bu kesinliklerle yetinirsem, insanın ne istediğini biliyorum, dünyanın ona ne sunduğunu biliyorum demektir, şimdi onları birleştiren şeyi de bildiğimi söyleyebilirim. Daha ötesini derinleştirmek gereksinimini duymuyorum. Arayana tek bir kesinlik yeter. İş bundan tüm sonuçları çıkarmakta. (...)
Bu uyumsuz mantığı sonuna kadar götürerek bu çarpışmanın tam bir umut yokluğunu (bunun umutsuzlukla hiçbir ilgisi yok) sürekli yadsımayı (bunu vazgeçişle karıştırmamalı) ve bilinçli yetinmezliği (gençlik kaygısına benzetilemez bu) gerektirdiğini onaylamak zorundayım. Bu gereklilikleri yıkan, ortadan kaldıran ya da yücelten her şey (hepsinden önce de kopmayı yıkan boyun eğiş) uyumsuzu yıkar, o zaman önerilebilecek tutumu değerden düşürür. Uyumsuz ancak kendisine boyun eğilmediği ölçüde bir anlam taşır. (39 -40)

(...) Örneğin, Kierkegaard'ın umutsuzluğu bir olgu değil de bir durum, günahın durumu olarak belirleyen görüşden daha derin bir şey olamaz. Çünkü günah tanrıdan uzaklaştıran şeydir. Bilinçli insanın metafizik durumu olan uyumsuz tanrıya götürmez. Belki şöyle ölçüsüz bir sözle aydınlatabilirim bu kavramı: uyumsuz, tanrısız günahtır. (48)

(...) Düşünmek birleştirmek, görünüşü büyük bir ilke çehresi altında bildik kılmak değildir. Düşünmek görmeyi yeniden öğrenmektir; bilinci yönetmek, her görüntüyü ayrıcalıklı bir yer durumuna getirmektir. Başka bir deyişle, görüngübilim dünyayı açıklamaya yanaşmaz, yaşanmışın bir betimi olmak ister yalnız. İlk kesinlemesinde, yalnız gerçek değil, yalnızca gerekler bulunduğu konusunda uyumsuz düşünceyle birleşir. (50)

Ağaçlar arasında bir ağaç, hayvanlar arasında bir kedi olsaydım, bu yaşamın bir anlamı olurdu, daha doğrusu bu sorunun hiç anlamı olmazdı, çünkü dünyadan bir parça olurdum. Bu dünya olurdum, oysa şimdi tüm yakınlık gereksinimimle onun karşısındayım. Öylesine önemsiz olan bu us, işte beni tüm evrenin karşıtı yapan bu. Bir kalemde yadsıyamam onu. (...) demek onu sürdürmek istiyorsam, her zaman yenilenen, her zaman gergin ve kesintisiz bir bilinçle sürdürebilirim. (...) Umut etmeyi bırakmasını öğrendi. (...) (59)

(...) İntiharın başkaldırıdan sonra geldiği sanılabilir. Ama yanlış olarak. Çünkü intihar başkaldırının mantıksal sonucu değildir. İçerdiği razı oluş dolayısıyla , onun tam tersidir. İntihar, sıçrama gibi, en son noktasına götürülmüş kabullenmedir. (61)

(...) Bana herşeyi açıklayan öğretilerin aynı zamanda beni zayıflatmalarının nedenini şimdi anlıyorum. Kendi yaşamımın ağırlığından kurtarıyorlar beni, oysa onu yalnız başıma taşımam gerek. (...)
Bilinç ve başkaldırı, bu yadsımalar vazgeçişin karşıtıdır. Tersine, insan yüreğinde indirgenemez ve tutkulu olan ne varsa hepsi bunları yaşamıyla canlandırır. Uzlaşmamış olarak ölmek söz konusudur. Gönüllü olarak değil, uzlaşmamış olarak ölmek söz konusudur. İntihar bir yanılmadır. Uyumsuz insanın tüm yapacağı herşeyi tüketmektir. Uyumsuz onun son noktasına varmış gerilimi, bir yalnız çabayla sürekli olarak sürdürdüğü gerilimidir, çünkü bu bilinçte ve bu günü gününe başkaldırıda biricik gerçeğini ortaya koyduğunu bilir. Bu gerçek de meydan okumadır, ilk sonuçlarından biri bu. (62)

Günü gününe yaşayan insan, uyumsuzla karşılaşmadan önce, amaçlarla, bir gelecek ya da haklı çıkma (kime ya da neye karşı, sorun bu değil) kaygısıyla yaşar. Şanşlarını ölçüp biçer, daha sonraya, emekliliğine ya da oğullarının çalışmasına bel bağlar. Yaşamında yönetilecek bir şeyler bulunduğuna inanır hala. Gerçekte tüm bu olaylar bu özgürlüğü yalanlasa bile, özgürmüş gibi davranır. (63)

(...) Daha açık konuşmak gerekirse, umut ettiğim ölçüde, bana özgü bir gerçeğin, bir varoluşun ya da yaratış biçiminin kaygısını duyduğum ölçüde, sonra yaşamımı düzenlediğim ve böylece onun bir anlamı olduğunu benimsediğimi tanıtladığım ölçüde, kendime engeller yaratır, yaşamımı bu engeller içine kapatırım. (...)
Uyumsuz şu noktada aydınlatıyor beni: yarın yoktur. Bundan böyle derin özgürlüğümün ussal dayanağı bu işte. (65)

(...) Kişiyi çalıştıran ve çırpındıran her şey umuttan yararlanır. Öyleyse aldatıcı olmayan biricik düşünce kısır bir düşüncedir. Uyumsuz dünyada, bir kavramın ya da bir yaşamın değeri kısırlığıyla ölçülür. (77)

(...) Don Juan da öyle. Ama, fazla olarak, kederlilerin kederli olmaları için iki neden vardır: ya bilmezler, ya umut ederler. Don Juan bilir ve umut etmez. (78)

(...) Koleksiyon yapmak, geçmişiyle yaşayabilecek durumda olmaktır. Ama o özlemi, umudun bu öteki biçimin yadsır. Resimlere bakmayı bilmez.
(...) Şunu da o kadar iyi bilir: büyük bir aşkın etkisiyle her türlü kişisel yaşama sırt çevirenler belki de zenginleşir, ama aşklarının seçtiği kimseleri hiç kuşkusuz yoksullaştırırlar. (81)

(...) Oyuncu fazla fazla fotoğraflarını bırakacaktır bize, kendisini oluşturan şeylerin hiçbiri, devinimleri ve susuşları, kesik soluğu ve aşk soluğu, bize kadar gelmeyecektir. Onun için tanınmamış olmak oynamamaktır, oynamaksa canlandıracağı ya da dirilteceği tüm varlıklarla birlikte yüz kez ölmektir. (86)

Evet, insan kendinde başlayıp kendinde biter, ötesi yoktur. Bir şey olmak istiyorsa bu yaşam içinde olur. Şimdi bunu fazlasıyla biliyorum. Fatihler bazı bazı yenmekten aşmaktan söz ederler. Ama hep “kendi kendisini aşmak” tır demek istedikleri (95)

(...) Dünya açık olsaydı, sanat olmazdı. (106)

Geriye kalan şey, tek çıkış yolu ölüm olan bu yazgıdır. Ölümün bu tek kaçınılmazlığı, dışında, sevinç ya da mutluluk, her şey özgürlüktür. Tek efendisi insan olan bir dünyadır, sürer gider. Onu bağlayan bir başka dünya düşüydü. Düşüncenin yazgısı kendi kendinden elçekmek değildir artık, imgeler biçiminde sıçramaktır. Oyalanır – masallarda kuşkusuz – ama insan acısının derinliğinden başka derinliği bulunmayan ve onun gibi tükenmez olan masallarda. Eğlendiren ve kör eden tanrısal masal değil, çetin bir bilgeliği, yarınsız bir tutkuyu özetleyen ve yeryüzüne özgü olan yüz, devinim ve dram. (123)

(...) Tepelere doğru tek başına didinmek bile bir insan yüreğini doldurmaya yeter. Sisyphos'u mutlu olarak tasarlamak gerekir.

Albert Camus