Cuma, Ekim 07, 2005

Psikanaliz Üzerine (Ruhçözümlemesine Yeni Giriş Konferansları)


(...) Sözlük anlamındaki düş'e bir düş'ün metni, görülen düş ve sanki onun arkasında aradığımız şeye de gizli düş düşünceleri diyeceğiz. İşte bu andan başlayarak işimiz ancak şu olacaktır: Görülen düş'ü gizli düşe çevirmek ve düş görenin psişizmi üzerinde tersine bir oluşumun nasıl olabileceğini açıklamak. (25)
(...) Yani, düş göreni, onu dahi, görülen düşün doğurduğu izlenimi önemsememeye, dikkatini düşün içindeki türlü öğeler üzerine yöneltmeye ve bu parçaların doğurdukları çağrışımları kendilerini gösterdikçe, bize bildirmeye çağırıyoruz. (26)
(...) Yine ekleyelim ki, mitolojik temalar düş yorumuyla açıklanabilmiştir. (41)
Düş, bir isteğin gerçekleşmesidir diyoruz; eğer, sayılıp dökülen son itirazları yine de hesaba katarsanız, düşün bir isteği gerçekleşmesi girişimi olduğu sonucunu çıkarmamız gerekir. (45)
(...) Çünkü gizliciliğin kapalı amaçlarından birinin, bilimsel düşüncenin ilerlemesiyle tehdit edilen dinin yardımına koşmak olduğundan kuşkulanıyoruz. (51)
Ben içinde ayırt etmeye başladığım özel dayatma, diyebilirimki yalnızca vicdandır. Bununla birlikte bu dayatmanın bağımsız olduğunu düşünmek, vicdanın Ben'in işlevlerinden biri olduğunu kabul etmek daha ihtiyatlı olur. Vicdanın eleştiri çalışması için kesinlikle gerekli olan kendi kendini gözlem ise başka bir işlevdir. Ve uygun düştüğü gibi, insanın içinde bir şeyin var olduğunu belirtmek ve ona bir ad vermek isteniyorsa bundan böyle Ben'deki bu dayatma: “benüstü” diyeceğim. (80)
(...) Herkes küçük çocuğun ahlak dışında anormal olduğunu bilir; onda hiçbir iç yasaklama kendisini zevke doğru götüren dürtülere karşı durmaz. Daha sonra benüstünün oynadığı rol, ilk önce bir dış güce, ana-babanın otoritesine düşer. Ana-babanın etkisi, sevgi gösterme ve cezalandırma tehdidinde bulunma yolu ile yapılır. Cezalar çocuk için sevginin geri alınması, esirgenmesi anlamını taşır ve çocuk bunun için cezalardan çok korkar. Bu gerçek korku gelecekteki vicdan korkusunun öncüsüdür ve egemenliğini yürüttükçe benüstünden ve vicdandan söz açmanın yeri yoktur.
Daha sonra, yalnız, ikinci derecedeki durum, yani normalmiş gibi kabul etmeye pek eğilimli olduğunuz durum kurulacaktır. Dış engel bir kez içe girdi mi benüstü ana-baba diretmesinin yerini alır. Eskiden onların gözetlemesi, yönetmesi tehdit etmesi gibi çocuğu gözetler, yönetir, tehdit eder. (82)
(...) Öyleyse şu belirtmelerle yetineceksiniz: Bu sürecin temeli özdeşleşme denilen bir şey yani Ben'in yabancı bir Ben'in kimliğine girmesidir; birinci Ben bazı görüş noktalarında öbürü gibi davranır, ona öykünür ve onu kısmen kendisine mal eder. (83)
Aşağılık duygusunun ciddi erotik kökleri vardır. Çocuk sevilmediğini farkedince kendini aşağı hisseder, yetişkinler için de bu böyledir. Gerçekten aşağı olarak kabul edilen tek organ tamamlanmamış penisle küçük kızın klitorisidir. Fakat aşağılık duygusunun başlıca nedeni Ben'le benüstünün ilgisinde aranmalıdır; bu duygu suçluluk duygusu gibi her ikisi arasındaki bir gerilimi belirtmekten başka bir şey yapmaz. Zaten aşağılık duygusunu suçluluk duygusundan ayırt etmek de kolay değildir. Belki aşağılık duygusunu ahlaksal aşağılık duygusunun erotik bir tamamlayıcısı olarak kabul etmek uygun olur. Psikanalizde bu kavramların sınırlanması sorunu ancak pek az dikkat etmiş bulunuyoruz. (85)
Çocuğun benüstü, görüldüğü gibi, ana-babalarının hayallerine göre değil de, bunların benüstü'lerinin hayallerine göre oluşmaktadır. Aynı kapsamla, dolmakta, geleneğin böylelikle, kuşaklar boyunca yaşayabilmiş değer yargılarının temsilcisi olmaktadır.
(...) Bu akla yakındır; çünkü materyalist denilen tarihsel yorumlamaların büsbütün doyurucu olmayışı bu etkene gereken ilgiyi göstermemelerindendir. İnsanların “ideolojileri”nin bugünkü ekonomik koşulların sonuçlarından ve üst yapısından başka bir şey olmadığını ileri sürerek onu uzaklaştırırlar. Bu gerçektir. Fakat hayır, kuşkusuz tam gerçektir. İnsanlık yalnız şimdiki zamanda yaşamaz; geçmiş, ırkın ve halkların geleneği benüstünün ideolojilerinde yaşarlar. Bu gelenek ancak ağır ağır şimdiki zamanın ve değişmelerin etkisine uğrar ve benüstü boyunca işledikçe, insanlığın yaşamında ekonomik koşullardan bağımsız önemli bir rol oynar. (87)
Konuma dönüyorum. Ben ile benüstünün kendileri bilinçli midirler, yoksa bilinçli olan yalnız onların ürünleri midirler? Önünde bocaladığımız iki şık budur. Biz sorunu birinci varsayımdan yana yargıladık. Evet, ben'in ve benüstünün büyük bölümü normal olarak bilinçsiz kalabilir ve kalmaktadır; özne onların içindekilerin hepsinden habersizdir ve onları tanıması için büyük bir çaba gereklidir. (90)
Onu bir yandan beden içinden baskısını açıp çıkarmakla, onda psişik anlatımı bulan dürtüsel gereksinimleri toplayarak canlandırıyoruz, ama bedenin hangi bölümü üzerinde olduğunu söyleyemiyoruz. “Şu” [id] dürtülerden başlayarak enerji dolar, fakat hiçbir düzen hiçbir genel irade göstermeyerek... Yalnız haz ilkesine uyarak dürtüsel gereksinimleri doyurmaya gider. “Şu” içinde geçen süreç, mantık yasalarını dinlemez; ona göre gelişme ilkesi sıfırdır. Orada aykırı heyecanlar birbirine aykırı düşmeden, biri öbürünü çıkarıp atmaksızın yaşarlar.
Üstelik hepsi de egemen olan ekonomik baskısının altında enerjiyi uzlaşma kurulmasına doğru çevirmek için yarışırlar. “Şu” içinde hiçbir şey olumsuz gibi görünmez. Filozofların pek sevdikleri, ona uyarak zaman ve mekanı psişik eylemlerimizin zorunlu şekilleri kabul ettikleri postülanın burada eksik bulunduğu da hayretle görülür. “Şu” içinde, hiçbir şey zaman anlayışına karşılık vermez, zamanın akışına işaret eden bir şey yoktur. (94)
Bundan dolayı, Ben'in görevini yapmakta sık sık başarısızlığa uğramasında şaşılacak bir şey yoktur. Bu üç despot: dış dünya, benüstü, Şu'dur. Her üçüne karşı haktanır görünmek ya da daha çok onlara boyun eğmek için Ben'in giriştiği çaba göz önüne alınınca, insan Ben'i kişileştirmiş olmaktan ona kendine özgü bir varlık tanımış olmaktan esef duymaz. O üç yandan sıkıştırılmış, üç ayrı tehlike tarafından tehdit edilmiş duyar kendini; bundan dolayı onlara karşı bunaltı doğurmakla tepki gösterir. (97)
Hiç değilse psikanalizin tedavi edici çabalarının tam bu noktaya uygulandığını kabul ediyoruz. Niyetleri Ben'i kuvvetlendirmek, onu benüstünün karşısında daha bağımsız kılmak, onun algı alanını genişletmek ve Şu'nun yeni parçalarına uyabilmek için organizmasını değiştirmek değil midir? (99)
(...) Doyrulmamış libidonun doğrudan doğruya bunaltıya döndüğünü söyleyebileceğimi sanıyorum. (103)
(...) İnsanın korktuğu şey, elbette kendi libidosudur.
Demek ki nevrotik korku iki noktada gerçek korkudan ayrılmaktadır: Önce tehlike içte olduğundan ve sonra da nevrotik korku bilinçli olmadığından dolayı... (105)
İçgüdülerin koruyucu olduklarını öğrendik, bize kendi kendini yıkmayı anlatmak için bu kavram nerden yardım görecektir? Koruyucu içgüdü hangi eski duruma geri dönmek istemektedir? Karşılığı basittir ve bize geniş ufuklar açmaktadır. Yaşamın düşünülemeyecek ölçüde uzak bir geçmişte, düşünemeyeceğimiz bir biçimde, cansız bir varlıktan doğduğu gerçekse, o zaman bizim varsayımımıza göre amacı bir kez daha yaşamı yok ederek nesneleri inorganik duruma dönüştürmek olan bir içgüdünün de bulunması gerekir. Bu içgüdüde, varsayımımızdaki kendi kendini yıkmayı da bulursak, o zaman bunu her türlü canlı sürecin içinde bulunan ölüm dürtüsü'nün belirtisi olarak kabul edebiliriz. (127)
En sonunda, bilim size, beklenmedik ve duygularımızdaki karışıklığı atmaya pek yarayan bir olguyu öğretiyor. Erkeklik aygıtlarından bir kısmının kadında, kadınınkilerin de erkekte bulunduğunu gösteriyor. Bu olgudan, sanki birey açıkça dişi ya da erkek değilmiş gibi bir çiftcinsellik ortaya çıkarıyor. Fakat aynı zamanda var olan bu iki karakterden biri daima öbürüne üstün bulunmaktadır. (135)
İşte böylece, psikolojinin bile kadınlığın gizlerinin anahtarlarını bize vermediğini öğrenmeye hazırsınız. (137)
(...) Oysa, insanın yaptığı ya da yarattığı şeylerden hiçbiri, psikolojinin yardımı olmadan anlaşılamayacağından, psikanalizin kullanılması birçok bilimler, özellikle ruh bilimleri arasına kendini kabul ettirdi, yeni çalışmalar, yeni araştırmalar doğurdu. (169)
(...) Bir işaret bize bu araştırmalarda yolumuzu bulmamıza olanak verecektir. Yaratıcı tanrı “Baba” diye adlandırılmıştır. Psikanaliz bunun vaktiyle küçük çocuklara görünmüş olduğu gibi görkemli bir baba olduğu sonuçlamasını çıkarmıştır. İnanan kimse, dünyanın yaratılışını kendi doğumuna benzetme yoluyla tasarlar.
O zamandan başlayarak avutucu vaatleri ve ahlakın sert isteklerini kozmogoniye iliştiren bağ ortaya çıkar. Çocuğun yaşamını borçlu olduğu kişi de, baba da, (ya da daha doğru olarak baba ile annenin kurduğu ana-babalık dayatması) varoluşun bin türlü tehlikesiyle karşı karşıya olan çocuğu gözetmiştir; böylece korunan küçük varlık kendini güven içinde duymuştur. Yetişkin hale gelince insan, kendi artan kuvvetini anlar, ama karşı karşıya bulunduğu yaşamın bütün tehlikelerini bilir, iyice düşünüp taşındıktan sonra da kendini çocukluğundaki kadar güçsüz, o kadar zavallı sayar. Evrenin karşısında her zaman için sadece bir çocuktur. O zaman küçükken yararlanmış olduğu o korumandan vazgeçmek istemez. Bununla birlikte, babasının da ancak pek az güce sahip olduğunu, onun, önce hayal ettiği pek üstün varlık olmadığını erken anlayarak, eskiden fazla değer verdiği babanın hayaline geri döner, onu “hal” de ve gerçekte yerleşen bir tanrı yapar. Anının duygusal gücü, kendini korunmuş hissetme susamışlığıyla, uyuşup, birlikte, inancın nedeni olurlar. (189)
Bir gün zeka – bilim zihniyeti, akıl – insanların psişik yaşamında diktatörlüğü başarabilsin! Bizim en ateşli dileğimiz budur. (197)

Sigmund Freud
Say Yayınları

Çarşamba, Eylül 14, 2005

Ruh Çözümlemesine Giriş Konferansları

 

(Payel Yayınevi – Birinci Basım)
(…) Uygarlığın yaşamın dayatmalarının baskısı altında içgüdülerin doyurulması pahasına yaratıldığını ve de uygarlığın büyük ölçüde durmadan yeniden yaratıldığına inanıyoruz; çünkü insan toplumuna her yeni giren birey bu içgüdüsel doyunumunu tüm toplumun yararına yenilemektedir. Bu kullanıma konulan içgüdüsel güçler arasında cinsel itkiler önemli bir rol oynarlar; bu süreçte onlar yüceltilmişlerdir – yani cinsel hedeflerinden sapmış ve toplumsal olarak daha yüce ve artık cinsel olmayan hedeflere yönelmişlerdir. Ama bu düzenleme kararsızdır; cinsel içgüdüler mükemmel olarak evcilleştirilmemişlerdir ve uygarlık işine katıldığı varsayılan her birey için onun cinsel içgüdülerinin bu işe katılmayı reddetme riski bulunmaktadır. Toplum, uygarlığı için cinsel içgüdülerin serbest kalması ve özgür hedeflerine geri dönmelerinden daha büyük bir tehdit bulunmadığına inanır. Bu nedenle toplum kuruluşunun bu kararsız kesiminin anımsatılmasını istemez. Cinsel içgüdülerin gücünün ayrımsanması ya da bireyin yaşamında cinsel yaşamının öneminin gösterilmesi konusuyla hiç ilgilenmez. Tersine eğitimsel bir görüş açısıyla, dikkati tüm bu düşünceler alanından uzaklaştırmaya başlamıştır. Ruhçözümsel araştırmanın bu sonucuna hoşgörü göstermemesinin ve dahası onu estetik olarak iğrenç ve ahlaki olarak kınanası ya da tehlikeli bir şey diye damgalamasının nedeni budur. (44- 45)
(…) Dil sürçmesi ürününün belki de kendi hedefini gözeten, tümüyle geçerli bir ruhsal eylem, içeriği ve önemi olan bir söz sayılmaya hakkı olduğunu. (55)
(…) Çok sık olarak sancılı bir kaza olan bir şey yitirmede kendimizin niyetli bir rol oynayabileceğimiz size inanılmaz gelecektir. (73)
(…)Henüz düşün uyaranın üstesinden gelişinin dinamik olarak nasıl olabildiğini bilmiyoruz ama görüyoruz ki aşağılayıcı bir biçimde söylendiği gibi düşler uykunun bozucuları değil uyku bozucularını defeden bekçilerdir. Hiç düş görmesek daha derin uyuyacağımızı sanırız ama bu yanlıştır; aslında düşler olmaksızın hiç uyuyamazdık. (142)
(…) Düşler, uykuyu bozan (ruhsal) uyaranları varsanısal doyum yöntemiyle defeden şeylerdir. (149)
Tüm ahlaksal bağlarından özgürleşmiş ego, uzun süredir bizim estetik yetiştirilmemiz tarafından lanetlenmiş ve ahlaksal çekincenin tüm gerekleriyle zıtlaşmış olanlar da içinde olmak üzere tüm cinsel arzularla da bütünleşecektir. (155)
İlk sırada düş görenin uyanıklık yaşamında bilmediği ve ayrımsamadığı simgesel bir anlatım biçimini emrinde bulundurduğu olgusuyla karşılaşıyoruz. (177)
(…) Çocuklar önce kendilerini severler ve ancak sonraları başkalarını sevmeyi ve kendi egolarından bir şeyleri başkaları için kurban etmeyi öğrenirler. Bir çocuğun en baştan beri seviyor göründüğü insanlar bile başlangıçta çocuk onlara gereksindiği ve onlarsız olmadığı için – yani yine bencilikten itkilerle – sevilirler. Ancak çok sonraları sevme itkisi kendini bencillikten bağımsız kılar. Bencilliği ona sevmeyi öğretmişti tümcesi sözcük olarak doğrudur. (211)
Aklıma aşk rekabeti geliyor, vurgulu olarak da öznenin cinsine yönelik rekabet. Daha küçük bir çocukken oğlan kendisine ait saydığı annesine yönelik olarak özel bir sevgi geliştirmeye başlamıştır bile; babasını biricik malvarlığını tartışan bir rakip olarak görmeye başlar. Aynı biçimde küçük bir kız annesini babasıyla arasındaki sevgi ilişkisini bozan ve kendisinin pekala doldurabileceği bir konumu işgal eden bir kişi olarak görür. Gözlemler bize bu tutumların ne denli erken yaşlara dek uzandığını gösterir. Onları “Oedipus karmaşası” diye adlandırıyoruz çünkü Oedipus söylencesi yalnızca biraz yumuşatarak oğulun konumundan doğan iki uç isteği gerçekleştirir: babasını öldürmek ve annesini eş olarak almak. Oedipus karmaşası az ya da çok şiddetli olarak gelişebilir, hatta tersine dönebilir; ama çocuğun cinsel yaşamında düzenli ve çok önemli bir etmendir ve onun etkisini ve onu izleyen gelişmeleri küçümsememiz abartmamızdan daha tehlikelidir. (214)
İlk ve en önemli olarak çocukların bir cinsel yaşamları olduğunu yadsımak ve cinselliğin yalnızca erinlikten sonra cinsel organların olgunlaşmasıyla başladığını varsaymak bağışlanmaz bir hatadır. (215)
(…) Her şey birbiriyle çok derinlemesine bağlantılı olduğu için insanın benzer doğada başka şeylerle ilgilenmeksizin bir şeyin doğasına derinlemesine girebileceğini varsaymak olanaksızdır. (230)
(…) Ruhçözümsel sağaltımın görevi şu formülle ifade edilebilir: onun görevi patojenik olarak bilinçdışı olan her şeyi bilinçli yapmaktır. (284)
İşitiğiniz gibi [s. 299] normal cinsel doyumun engellenmesinin bir sonucu olarak bir nevroz hastalığına yakalanmak olasıdır. Ama bunun gibi gerçek bir engellenme oluştuğunda gereksinim cinsel uyarımın bu anormal yöntemlerine taşınır. Daha sonra bunun oluşum yolunu öğreneceksiniz. [s. 343 v.d.] Ama her koşulda [normal cinsel akımın] bu “yan yol” unun geri-tutulmasının bir sonucu olarak sapık itkilerin, eğer normal cinsel doyum gerçek dünyada hiçbir engelle karşılaşmasaydı ortaya çıkabileceklerinden, daha güçlü olarak ortaya çıkmaları gerektiğini ayrıt edeceksiniz. (309)
(…) Ve sonra tüm bu sapıklık eğilimlerinin köklerinin çocuklukta olduğu, çocukların onların tümüne bir yatkınlığı olduğu ve onları kendilerinin gelişmemişliklerine denk düşen bir ölçüde gerçekleştirdikleri – kısaca, sapık cinselliğin kendi ayrı itkilerine ayrılmış abartılmış bir çocukluk cinselliğinden başka bir şey olmadığı – ortaya çıkt. (310)
(…) Ama gerçek apaçıktır: eğer bir çocuğun cinsel yaşamı varsa bunun sapık türden olması zorunludur; çünkü, birkaç belirsiz ipucu dışında, çocuklar cinselliği üreme işlevine dönüştüren şeyden yoksundurlar. (315)
Cinsel sapıklıklarla ilgili görüşümüzü tamamlamaktia için eklemem gereken başka bir şey var. Ne kadar kötü tanınsalar, ne kadar normal cinsel etkinlikle keskince ters düşseler de sakin bir değerlendirme şu ya da bu sapık çizgilerin normal insanların cinsel yaşamında ender olarak eksik olduğunu gösterecektir. İki üreme organı yerine iki oral erotojenik bölgenin bir araya gelmesinden oluştuğundan bir öpüşme bile sapık bir eylem olarak tanımlanmayı hak edebilir. Yine de kimse onu sapık olduğu gerekçesiyle reddetmez; tersine cinsel eylemi simgeleyen yumuşatılmış bir ipucu olarak tiyatro gösterilerinde kullanılmasına izin verilir. (..) Tersine, sapıklıkların özünün cinsel amacın uzanımlarında değil, üreme organlarının yer değiştirmesinde değil ama yalnızca bu sapıklıkların gerçekleştirildiği ve sonucunda cinsel eylemin üremeye hizmet amacının bir yana konulduğu dıştalamada yattığını çok daha açık olarak görmeliyiz. Sapık eylemler normal cinsel eylemin sergilenmesine hazırlayıcı ya da şiddetlendirici katkılar olarak görüldüğü sürece gerçekte hiç de sapıklık değildir. (321)
(…) Doyrulmamış bir libido için insanoğlunun ortalama olarak dayanabileceği bir sınır vardır. (345)
(…) Zihinsel aygıtın kendisine içeriden ve dışarıdan çarpan uyaran miktarlarının ve uyarılma toplamlarının yönetimi ve giderilmesi amacına hizmet ettiğini söyleyebiliriz. (…) Hazsızlıktan kaçınma görevi onlar için neredeyse haz elde etme görevi kadar önemli hale gelir. (…) haz ilkesinden gerçeklik ilkesine geçiş Egonun gelişimindeki en önemli ileri adımlardan biridir. (355)
(…) Bir insan yalnızca eğer Egosu bir biçimde libidosunun yerini belirleme yeteneğini yitirirse nevroz hastalığına yakalanır. (383)
Ruhçözümlemesinin bir bilim olarak nitelenmesini sağlayan şey onun ele aldığı malzeme değil ama çalıştığı tekniktir. Nevrozların kuramına olduğu gibi, bundan hiç de daha az olmayan biçimde uygarlık tarihine, din bilimine ve mitolojiye temel doğasını bozmadan uygulanabilir. (385)
(…) Anksiyete duygusu durumunda onun hangi eski izlenimi yinelediğini bildiğimize inanıyoruz. Ölümcül bir tehlikenin etkilerinin prototipi haline gelmiş ve o zamandan beri anksiyete durumu şeklinde tarafımızdan yinelenen, hazsızlık duyumsamalarının, boşalım itkilerinin ve bedensel duyumların bir bileşiminin ortaya çıktığı yerin doğum eylemi olduğuna inanıyoruz. Kan tazelemesinin (rahim içi solunum) kesilmesine bağlı olarak uyarılmada meydana gelen büyük artış o zamanki anksiyete deneyiminin nedeniydi; dolayısıyla ilk anksiyete toksit bir anksiyete idi. (393)
(…) Son olarak, cinsel içgüdülerin anksiyetenin duygusal durumuna Ego içgüdülerinden daha sıkı biçimde bağlı olduğunu bulmuş gibiyiz. – yalnızca tek bir önemli açıdan eksik görülen sonuç. Bu nedenle bunu daha sağlam biçimde belirlemek için, gördüğümüz gibi, doyrulmamış libidonun anksiyeteye dönmesi en çok bilinen ve en sık gözlenen görüngüler arasında iken açlık ve susuzluk (iki en temel kendini koruyucu içgüdü) doyrulmadığında sonucun aşla onların anksiyeteye dönüşümü olmadığı biçiminde ki daha önemli olguyu ileri süreceğim. (408)
Çocuklarda ortamlar ilişkin ilk fobiler karanlık ve yalnızlık fobileridir. Bunlardan ilki sıklıkla yaşam boyu sürer; çocuk kendisine bakan, sevdiği bazı kişilerin – yani annesinin- yokluğunu duyumsadığında ise her ikisi de. Yan odadayken karanlıktan korkmuş bir çocuğun “Teyzeciğim, konuş benimle! Korkuyorum!” diye bağırdığını duydum. “Neden? Bunun ne yararı olacak? Beni göremezsin.” Çocuk bunu şöyle yanıtladı: “Eğer birisi konuşursa daha aydınlık oluyor.” Böylece karanlıkta duyumsanan bir özlem bir karanlık korkusuna dönüştürülmüştür. (403)
(…) Böylece yavaş yavaş nesnelere ilişik bulunduğumuz ve bu nesnelerle bağlantılı olarak doyum elde etme çabasının bir anlatımı olan libidonun nesneleri bırakabileceği ve onların yerine öznenin kendi egosunu koyabileceği kavramıyla tanıştık ve bu kavram giderek daha tutarlı biçimde gelişti. Libidonun bu biçimde yerleşimi için kullanılan adı –“narsisizm”- Paul Nacke [1899] tarafından tanımlanan, bir yetişkinin kendi bedenine genellikle bir dış cinsel nesneye uygulanan biçimde tüm okşamalar ve sevmelerle yaklaştığı, bir sapıklıktan ödünç aldık. (411)
Burası iki noktaya dikkat çekmek için uygun bir yer. İlki; narsisizm ve bencillik kavramları arasında nasıl bir ayrım yapıyoruz? Ben narsisizmin bencilliğin libidinal bir tamamlayıcısı olduğuna inanıyorum. Bencillikten söz ettiğimiz zaman yalnızca bireyin avantajını göz önüne alıyoruz; narsisizmden söz ettiğimiz zaman onun libidinal doyumunu da hesaba katıyoruz. Pratik güdüler olarak ikisi de oldukça uzak bir noktaya dek ayrı ayrı izlenebilirler. Libidinal doyum nesneyle bağlantılı olarak Egonun gereksinimlerinin bir kısmını oluşturduğu sürece kesin biçimde bencil olmak ama yine de güçlü nesne – yüklerini sürdürmek olasıdır. Bu durumda bencillik, nesne için çabalamanın Ego için bir zararı içermemesini güvence altına alacaktır. Bencil ve aynı zamanda aşırı narsistik olmak – yani, bir kez daha, ister doğrudan cinsel doyum amacı için, ister “aşk” adı altında “kösnüllük” le çelişkiliymiş gibi düşünme alışkanlığında olduğumuz cinsel gereksinimden türemiş daha üst düzey esinlenmelerle bağlantılı olarak, bir nesne için çok az gereksinim duymak - olasıdır. Tüm bu bağlantılarda narsisizm değişken öğe iken bencillik açık ve durağandır. Bencilliğin karşıtı özgecilik bir kavram olarak, libidinal nesne-yüküyle çakışmaz ama cinsel doyum özlemlerinin eksikliği ile ondan ayrılır. Bununla birlikte insan tamamen aşık olduğunda özgecilik libidinal nesne-yüküyle yakınlaşır. Cinsel nesne, kural olarak Egonun narsisizminin bir kesimini kendisine çeker hale gelir. Eğer, ek olarak bencilliğin cinsel nesneye özgeci bir dönüşümü söz konusuysa nesne aşırı güçlü hale gelir; sanki Egoyu yutar. (413)
(…) Önüne “artı” yerine bir “eksi” işaretiyle de olsa karşı koymanın en az boyun eğme kadar bağımsızlığa işaret etmesi gibi, düşmanca duygular da en az sevecen duygular kadar duygusal bir bağın belirtisidir. (437)
(…) Eğer bir bıçak kesmezse iyileştirmek için de kullanılamaz.

Sigmund Freud



Cuma, Eylül 02, 2005

Sisifos Söyleni




Bir sorunun bir başka sorundan daha önce sonuçlandırılması gerektiğini neye göre kararlaştırmalı diye sorulursa, gerektirdiği eylemlere göre, diye yanıt veririm. Hiç kimsenin varlıkbilimsel bir kanıt uğruna öldüğünü görmedim. Önemli bir bilimsel gerçeğe varmış olan Galilei, bu gerçek yaşamını tehlikeye sokar sokmaz, büyük bir rahatlıkla dönüverdi ondan. Bir bakıma iyi de etti. Uğrunda yakılıp ölmeye değmezdi bu gerçek. Dünya mı Güneş'in çevresinde döner, Güneş mi Dünya'nın çevresinde, hiç mi hiç önemi yok bunun. Kısacası, değersiz bir sorun. Buna karşılık, yaşamın yaşanmaya değmediği düşüncesine vardıkları için ölen nice insanlar görüyorum. Çelişkin bir biçimde, kendileri için bir yaşama nedeni olan (yaşama nedeni denilen şey, aynı zamanda çok güzel bir ölme nedenidir de) düşünceler ya da düşler uğrunda ölüme giden başka insanlar görüyorum. Böylece ivedilikle yanıtlanması gereken sorunun yaşamın anlamı olduğu yargısına varıyorum. Nasıl yanıtlamalı bunu? (15 -16)


(...) Düşünmeye başlamak, için için yenmeye başlamaktır. Bu başlangıçlarda toplumun fazla bir etkisi yoktur. Kurt insanın yüreğindedir. Yürekte aramak gerekir onu. Yaşam karşısında uyanıklıktan ışık dışına kaçışa götüren bu ölümcül oyunu izlemek ve anlamak gerekir. (16)


Derin duygular da büyük yapıtlar gibi bilinçli olarak söylediklerinden daha fazla anlam taşır her zaman. (22)


(...) Kimi durumlarda neler düşündüğü konusunda bir soruya kişinin “hiç” yanıtını vermesi bir yapmacık olabilir. Sevilen yaratıklar bunu iyi bilirler. Ama bu yanıt içtense, boşluğun çok şeyler anlattığı, günlük devinimler zincirinin koptuğu, yüreğin kendisini yeniden düğümleyecek halkayı arayıp da bir türlü bulamadığı şu garip tinsel durumu belirtiyorsa, o zaman uyumsuzluğun ilk belirtisi gibidir. (24)

(...) Yalnız bir gün “neden” yükselir ve her şey bu şaşkınlık kokan bıkkınlık içinde başlar. “Başlar”, işte bu önemli. Bıkkınlık, makinemsi bir yaşamın edimlerinin sonundadır, ama aynı zamanda bilincin devinimini başlatır. Onu uyandırır, gerisine yol açar. Gerisi, bilinçsiz olarak yeniden zincire dönüş ya da kesin uyanıştır. Uyanışın ardından sonuç gelir zamanla; intihar ya da iyileşme. (24)


Bu dünyaya dokunabiliyorum, onunda var olduğu yargısına varıyorum. Tüm bilgim burada duruyor, gerisi kurmaca. Çünkü varlığından kuşku duymadığım bu “ben” i kavramaya çalıştım mı, onu tanımlamaya, özetlemeye çalıştım mı parmaklarımın arasından akıp giden bir su oluveriyor. Bürünebildiği bütün yüzleri bir bir çizebilirim, ona bütün verilenleri, bu eğitimi, bu kökeni, bu ateşliliği ya da bu susmaları, bu büyüklüğü ya da bu düşüklüğü de bir bir çizebilirim. Ama yüzlerin toplamı yapılamaz. Benim olan bu yürek bile hep tanımlanamaz kalacak benim için. (29)

Kendi kendime de, dünyaya da yabancıyım, yardım umabileceğim tek şey de bir şeyi kesinlemeye yeltenir yeltenmez kendi kendini yadsıyan bir düşünce. Beni ancak bilmeye ve yaşamaya yanaşmadığım sürece esenliğe kavuşturan , fetih istekleri her türlü saldırıyı boşa çıkaran duvarlara çarptıran bu koşul nedir? İstemek çelişkilere yol açmaktır. Aldırmazlığın, yüreğin uykusunun ya da ölümcül vazgeçişlerin verdiği bu zehirli esenliğin doğması için düzenlenmiş her şey. (31)

(...) En baştinden en karışığına kadar, tüm bu durumlarda uyumsuzluk karşılaştırmanın terimleri arasındaki uzaklık büyüdüğü ölçüde büyük olacaktır. Uyumsuz evlenmeler vardır, uyumsuz meydan okumalar, kinler, susuşlar, savaşlar, hatta barışlar vardır. Bunların hepsinde de uyumsuzluk bir karşılaştırmadan doğar. Öylese, uyumsuzluk duygusunun bir olay ya da bir izlenimin basit incelenmesinden doğmadığını, bir durumla belirli bir gerçek arasındaki, bir eylemle onu aşan dünya arasındaki karşılaştırmadan fışkırdığını söyleyebilirim. Uyumsuz her şeyden önce kopuştur. Karşılaştırılan öğelerin ne birinde, ne de öbüründedir. Karşılaştırmalardan doğar.
Öyleyse, us düzleminde, uyumsuzun insanda da (böyle bir eğreltilemenin bir karşılığı varsa) dünyada da olmadığını, ortak varlıklarında bulunduğunu söyleyebilirim. Uyumsuz şimdilik onları birleştiren tek bağ. Bu kesinliklerle yetinirsem, insanın ne istediğini biliyorum, dünyanın ona ne sunduğunu biliyorum demektir, şimdi onları birleştiren şeyi de bildiğimi söyleyebilirim. Daha ötesini derinleştirmek gereksinimini duymuyorum. Arayana tek bir kesinlik yeter. İş bundan tüm sonuçları çıkarmakta. (...)
Bu uyumsuz mantığı sonuna kadar götürerek bu çarpışmanın tam bir umut yokluğunu (bunun umutsuzlukla hiçbir ilgisi yok) sürekli yadsımayı (bunu vazgeçişle karıştırmamalı) ve bilinçli yetinmezliği (gençlik kaygısına benzetilemez bu) gerektirdiğini onaylamak zorundayım. Bu gereklilikleri yıkan, ortadan kaldıran ya da yücelten her şey (hepsinden önce de kopmayı yıkan boyun eğiş) uyumsuzu yıkar, o zaman önerilebilecek tutumu değerden düşürür. Uyumsuz ancak kendisine boyun eğilmediği ölçüde bir anlam taşır. (39 -40)

(...) Örneğin, Kierkegaard'ın umutsuzluğu bir olgu değil de bir durum, günahın durumu olarak belirleyen görüşden daha derin bir şey olamaz. Çünkü günah tanrıdan uzaklaştıran şeydir. Bilinçli insanın metafizik durumu olan uyumsuz tanrıya götürmez. Belki şöyle ölçüsüz bir sözle aydınlatabilirim bu kavramı: uyumsuz, tanrısız günahtır. (48)

(...) Düşünmek birleştirmek, görünüşü büyük bir ilke çehresi altında bildik kılmak değildir. Düşünmek görmeyi yeniden öğrenmektir; bilinci yönetmek, her görüntüyü ayrıcalıklı bir yer durumuna getirmektir. Başka bir deyişle, görüngübilim dünyayı açıklamaya yanaşmaz, yaşanmışın bir betimi olmak ister yalnız. İlk kesinlemesinde, yalnız gerçek değil, yalnızca gerekler bulunduğu konusunda uyumsuz düşünceyle birleşir. (50)

Ağaçlar arasında bir ağaç, hayvanlar arasında bir kedi olsaydım, bu yaşamın bir anlamı olurdu, daha doğrusu bu sorunun hiç anlamı olmazdı, çünkü dünyadan bir parça olurdum. Bu dünya olurdum, oysa şimdi tüm yakınlık gereksinimimle onun karşısındayım. Öylesine önemsiz olan bu us, işte beni tüm evrenin karşıtı yapan bu. Bir kalemde yadsıyamam onu. (...) demek onu sürdürmek istiyorsam, her zaman yenilenen, her zaman gergin ve kesintisiz bir bilinçle sürdürebilirim. (...) Umut etmeyi bırakmasını öğrendi. (...) (59)

(...) İntiharın başkaldırıdan sonra geldiği sanılabilir. Ama yanlış olarak. Çünkü intihar başkaldırının mantıksal sonucu değildir. İçerdiği razı oluş dolayısıyla , onun tam tersidir. İntihar, sıçrama gibi, en son noktasına götürülmüş kabullenmedir. (61)

(...) Bana herşeyi açıklayan öğretilerin aynı zamanda beni zayıflatmalarının nedenini şimdi anlıyorum. Kendi yaşamımın ağırlığından kurtarıyorlar beni, oysa onu yalnız başıma taşımam gerek. (...)
Bilinç ve başkaldırı, bu yadsımalar vazgeçişin karşıtıdır. Tersine, insan yüreğinde indirgenemez ve tutkulu olan ne varsa hepsi bunları yaşamıyla canlandırır. Uzlaşmamış olarak ölmek söz konusudur. Gönüllü olarak değil, uzlaşmamış olarak ölmek söz konusudur. İntihar bir yanılmadır. Uyumsuz insanın tüm yapacağı herşeyi tüketmektir. Uyumsuz onun son noktasına varmış gerilimi, bir yalnız çabayla sürekli olarak sürdürdüğü gerilimidir, çünkü bu bilinçte ve bu günü gününe başkaldırıda biricik gerçeğini ortaya koyduğunu bilir. Bu gerçek de meydan okumadır, ilk sonuçlarından biri bu. (62)

Günü gününe yaşayan insan, uyumsuzla karşılaşmadan önce, amaçlarla, bir gelecek ya da haklı çıkma (kime ya da neye karşı, sorun bu değil) kaygısıyla yaşar. Şanşlarını ölçüp biçer, daha sonraya, emekliliğine ya da oğullarının çalışmasına bel bağlar. Yaşamında yönetilecek bir şeyler bulunduğuna inanır hala. Gerçekte tüm bu olaylar bu özgürlüğü yalanlasa bile, özgürmüş gibi davranır. (63)

(...) Daha açık konuşmak gerekirse, umut ettiğim ölçüde, bana özgü bir gerçeğin, bir varoluşun ya da yaratış biçiminin kaygısını duyduğum ölçüde, sonra yaşamımı düzenlediğim ve böylece onun bir anlamı olduğunu benimsediğimi tanıtladığım ölçüde, kendime engeller yaratır, yaşamımı bu engeller içine kapatırım. (...)
Uyumsuz şu noktada aydınlatıyor beni: yarın yoktur. Bundan böyle derin özgürlüğümün ussal dayanağı bu işte. (65)

(...) Kişiyi çalıştıran ve çırpındıran her şey umuttan yararlanır. Öyleyse aldatıcı olmayan biricik düşünce kısır bir düşüncedir. Uyumsuz dünyada, bir kavramın ya da bir yaşamın değeri kısırlığıyla ölçülür. (77)

(...) Don Juan da öyle. Ama, fazla olarak, kederlilerin kederli olmaları için iki neden vardır: ya bilmezler, ya umut ederler. Don Juan bilir ve umut etmez. (78)

(...) Koleksiyon yapmak, geçmişiyle yaşayabilecek durumda olmaktır. Ama o özlemi, umudun bu öteki biçimin yadsır. Resimlere bakmayı bilmez.
(...) Şunu da o kadar iyi bilir: büyük bir aşkın etkisiyle her türlü kişisel yaşama sırt çevirenler belki de zenginleşir, ama aşklarının seçtiği kimseleri hiç kuşkusuz yoksullaştırırlar. (81)

(...) Oyuncu fazla fazla fotoğraflarını bırakacaktır bize, kendisini oluşturan şeylerin hiçbiri, devinimleri ve susuşları, kesik soluğu ve aşk soluğu, bize kadar gelmeyecektir. Onun için tanınmamış olmak oynamamaktır, oynamaksa canlandıracağı ya da dirilteceği tüm varlıklarla birlikte yüz kez ölmektir. (86)

Evet, insan kendinde başlayıp kendinde biter, ötesi yoktur. Bir şey olmak istiyorsa bu yaşam içinde olur. Şimdi bunu fazlasıyla biliyorum. Fatihler bazı bazı yenmekten aşmaktan söz ederler. Ama hep “kendi kendisini aşmak” tır demek istedikleri (95)

(...) Dünya açık olsaydı, sanat olmazdı. (106)

Geriye kalan şey, tek çıkış yolu ölüm olan bu yazgıdır. Ölümün bu tek kaçınılmazlığı, dışında, sevinç ya da mutluluk, her şey özgürlüktür. Tek efendisi insan olan bir dünyadır, sürer gider. Onu bağlayan bir başka dünya düşüydü. Düşüncenin yazgısı kendi kendinden elçekmek değildir artık, imgeler biçiminde sıçramaktır. Oyalanır – masallarda kuşkusuz – ama insan acısının derinliğinden başka derinliği bulunmayan ve onun gibi tükenmez olan masallarda. Eğlendiren ve kör eden tanrısal masal değil, çetin bir bilgeliği, yarınsız bir tutkuyu özetleyen ve yeryüzüne özgü olan yüz, devinim ve dram. (123)

(...) Tepelere doğru tek başına didinmek bile bir insan yüreğini doldurmaya yeter. Sisyphos'u mutlu olarak tasarlamak gerekir.

Albert Camus

Pazartesi, Ağustos 29, 2005

Korkuyu Beklerken



(...) Garip kaderime gülümsedim; ayanaya bakarak tabii. Tatlı bir gülümseme. Eski neşemi kaybetmediğimi göstermek için. Sonra durgunlaştım. Neden? Unuttum. Dur, hayır; unutmadım. Yalnız kaldıkça, yalnız kalmaktan korktukça... Aynadan uzaklaştım; fakat, bilmiyordum, böyle bir düşünceydi. Köpekler sinirimi bozdu, şimdi kendime gelirim. Buldum: Yalnız kalmaktan korktukça yalnızlığım artıyor. Bu sefer gerçekten gülümsedim işte. Her şeyimi kaybetmedim daha; çıkmayan candan ümit kesilmez, havlayan köpek ısırmaz. Hay allah kahretsin!



(...) Geç kalmıştım. Burada paslanıp gidiyordum; hafızam paslanmaya başlamıştı bile. Yalnızlık, hafızayı zayıflatıyordu. Elbette! Kimseyle konuşmuyordum ki. Sonunda, bakkal çırağıyla konuştuklarım dışında her şeyi unutacaktım. Konuşmalıydım, bağırmalıydım, öğrenmeliydim. Mektupla doktora yapmalıydım; mektupla doçent, mektupla profesör olmalıydım. Resim bilgimi, genel kültürümü mektupla ilerletmeliydim. Mektupla bir üniversiyete öğretim üyesi olmalıydım; belki bir süre sonra da mektupla üniversitede ders vermeye başlamalıydım. Her şeyden önce konuşmalıydım. Ayağa kalktım. Hemen başlamalıydım, bir şeyler söylemeliydim. Konuşmayı unutmak üzereydim. Kendimi anlatmalıydım. Kendimi göstermeliydim. Bir yerlere başvurmalıyım.


Muhterem efendim, acaba bir gün, bu acıklı şeyleri yüzyüze konuşabilecek duruma gelebilecek miyiz – insanlığın durumu gelebilecek mi? - demek istedim. Daha iyi olabilecek miyim? Demeye dilim varmıyor, buna cesaret edemiyorum. Çünkü, denedim efendim, olmadı. Sözünü ettiğim mutsuz sevişme gününden sonra bu kadına karşı kendimi alçaltmayı denedim. Her gün aradım onu – ne yazık ki, başkaları gibi durmadan yeni şeylerle uğraşacak bir düzenim yok. Yani, demek istiyorum ki, bu kadını hiç olmazsa bir hafta filan aramayacak kadar küçük bir uğraşım olsaydı. Çünkü, efendim, anladı sonunda kendisinden başka ilgilenecek bir şeyim olmadığını. (O sıralarda köpeğim bile yoktu, biliyorsunuz.)




(...) Hayri'nin heyecanı başkaydı: “Davamızı daha selametle yürütmek için bir parti kurmalıyız,” diyordu; “Ben şimdiye kadar parti davasına çok çalıştım, üstelik hep alt kademelerde bulundum.” Tuğrul, kendilerinin bir şeye karşı olduklarını, bu amaçla bir parti kurmanın zor olacağını belirtmeye çalıştı. “Bir şeyden yana değiliz ki Hayri,” dedi hüzünle, “Bir parti kuralım.” Şoför Hayri şiddetle içini çekti: “Ah bir olabilseydik ağabeyciğim, biz de bir şeyden yana olabilseydik.” Tuğrul, “Ya da bir şeyler bizden yana olsaydı,” diye tamamladı.




(...) Bir mektup yazmak istiyordum, ama adres bilmiyordum. Yani hiçbir adres bilmiyordum. Buna inanmazlardı, bunun için utanıyordum. Bana herhangi bir adres söyler misiniz? Diyemezdim. Oysa herhangi bir adres yeterliydi benim için.




Ben buradayım sevgili okuyucum, sen nerdesin acaba?

Oğuz Atay

Salı, Ağustos 23, 2005

Yabancı



(...) Ne olursa olsun, her şeyin anlamsız olduğu, her şeyden umut kesmek gerektiği düşüncesiyle nasıl kalır insan?.. Her şeyin anlamsız olduğunu söylediğimiz anda bile anlamlı bir şey söylemiş oluruz. Dünyanın hiçbir anlamı yoktur demek, her çeşit değer yargısını ortadan kaldırmak olur. Ama, yaşamak ve örneğin, yiyip içmek kendiliğinden bir değer yargısıdır. Ölmeye yanaşmadığı sürece, insan yaşamayı seçiyor demektir. O zaman da, görece de olsa, yaşamaya bir değer veriyoruz demektir. Umutsuz bir edebiyat ne demek olabilir? Umutsuzluk susar. Kaldı ki susmak bile, eğer gözler konuşuyorsa bir bir anlam taşır. Gerçek umutsuzluk can çekişme, mezar ya da uçurumdur. Umutsuzluk konuştu mu, hele yazdı mı, hemen bir kardeş el uzanır sana, ağaç anlam kazanır, sevgi doğar. Umutsuz edebiyat sözü birbirini tutmayan iki sözdür. Çünkü edebiyat olan her yerde umut vardır. (Vedat Günyol'un önsözde yer verdiği Camus'dan bir alıntı.)



(...) “Evet,” diye karşılık verdim. “Ama, doğrusunu isterseniz, bence bir,” diye ekledim. O zaman, “Hayatınızda bir değişiklik hoşunuza gitmez mi?” diye sordu. “İnsan hayatını hiç değiştiremez ki. Zaten herkesin hayatı birbirinin aynıdır. Buradaki hayatımı hiç beğenmiyorda değilim,” diye karşılık verdim.



Akşam, Marie beni görmeye geldi, kendisiyle evlenmek isteyip istemediğimi sordu. “Bence bir ama istersen evleniriz,” dedim. O zaman, kendisini sevip sevmediğimi öğrenmek istedi. Bir başka zaman da söylediğim gibi, “Bunun bir anlamı yok, ama herhalde sevmiyorumdur.” diye karşılık verdim. (...)


(...)Gözlerimizi kıpırdatmadan birbirimize bakıyorduk. Burada her şey, denizle kum ve güneşin, kamışla suyun çifte sessizliği arasında duraklıyordu. O anda içimden, insan ateş eder de edemez de, bence ikisi de bir diye geçirdim.


Yanımdan dargın bir halle ayrıldı. Onu alıkoymak, gözüne girmek – beni daha iyi savunsun diye değil, yalnızca gözüne girmek – istediğimi anlatmak isterdim. Hem onu güç duruma soktuğumu da görüyordum: Beni anlamıyor, biraz da içerliyordu bana. Benim de herkes gibi olduğumu, tamı tamına herkes gibi olduğumu ona söylemek istiyordum. Ama, bütün bunların aslında hiçbir yararı yoktu. Tembelliğim tuttu, söylemekten vazgeçtim.




(...) Sonra, bana dikkatli dikkatli, biraz da üzgün bir tavırla baktı baktı da: “Böyle katı yürekli insan görmedim ömrümde! Karşıma çıkan suçlular, bu “acı simgesi” nin önünde daima gözyaşı dökmüşlerdi,” diye mırıladandı. Neredeyse, onlar katil de ondan diye karşılık verecektim. Ama düşündüm ki, ben de onlar gibiydim. Bu, kendimi bir türlü alıştıramadığım bir düşünceydi. O zaman yargıç, sorgunun bittiğini anlatmak ister gibi ayağa kalktı. Hep o aynı yorgun tavırla, yalnızca, yaptığım işten pişman olup olmadığımı sordu. Düşündüm, gerek anlamda pişmanlıktan çok bir çeşit sıkıntı duyduğumu söyledim. Dediklerimi anlamıyormuş gibiydi. Ama işler o günlük, bu kadarla kaldı.


Vaktimin geri kalan kısmını oldukça iyi idare ediyorum. O zaman sık sık düşünüyor ve içimden: beni kuru bir ağaç kovuğunda yaşamaya zorlasalardı da gökyüzüne bakmaktan başka bir işim olmasaydı, yavaş yavaş buna da alışır giderdim, diyordum.



(...) Bana kadınlardan söz açan o oldu önce. “Ötekilerin sızlandıkları ilk şey budur,” dedi. “Ben de onların durumundayım, bu işlemi haksızca buluyorum,” dedim. “Ama, dedi, zaten sizi de bunun için hapse tıkıyorlar ya!” “Nasıl? Bunun için mi?” “Elbette, özgürlük dediğin budur işte! Özgürlükten yoksun bırakıyorlar.” Bense bunu hiç düşünmemiştim. Ona hak verdim, “Doğru, yoksa ceza nerde kalırdı!” Dedim. (...)




(...) Kimi zaman odamı düşünmeye koyuluyor, düşümde, bir köşeden kalkıyor, yolum üzerindeki eşyaları bir bir aklımdan geçirip yine o noktaya dönüyorum.



(...) Bugünlerin yaşanması uzun sürüyordu, kuşkusuz, ama öylesine gevşemişlerdi ki sonunda birbirinin içine taşıyor ve orada adlarını yitiriyorlardı. Benim için anlamlı olan yalnız dün ve yarın sözcükleriydi.



(...) Jandarmalar, “Mahkeme kurulunu bekleyeceğiz,” dediler. Biri bana sigara sundu, ama almadım. Az sonra, “Heyecanlı mısın?” diye sordu. “Hayır,” diye karşılık verdim. “Bir bakıma seyretmek ilgimi bile çekiyor. Şimdiye kadar dava dinlemek fırsatı düşmemişti hiç,” diye ekledim. İkinci Jandarma, “Evet, ama bir süre sonunda usanç getirir,” dedi.




(...) Düşüncelerime gömülü olmama karşın, bazı bazı lafa karışacak oluyordum. O zaman avukatım, “Susun! Davanız için bu daha iyi!” diyordu. Benim davamı beni işe karıştırmadan çözümlüyor gibiydiler sanki. Her şey, benim araya girmeme kalmadan geçip gidiyordu.


(...) Anacığım sık sık, “İnsan hiçbir zaman bütün bütün mutsuz olamaz,” der dururdu. Gökyüzü elvan elvan renklerle boyanıp da, yeni bir gün ışığı hücreme sızı verince ona hak veriyordum.


O zaman, bilmiyorum niçin, içimde birşeyler deşiliverdi. Avazım çıktığı kadar bağırmaya başladım, hakaret ettim, duasını istemediğimi, yok olmaktansa yanmanın daha iyi olduğunu söyledim. Cüppesinin yakasına yapışmıştım. İçimin, sevinç ve öfkeyle karışık bütün taşkınlıklarını üzerine boşaltıyordum. Ne kadar da dediklerinden güvenli görünüyor değil mi? Oysa onun güvendiği şeylerden hiçbiri bir kadın saçının bir tek teline bile değmezdi. Yaşadığından bile emin değildi, bir ölü gibi yaşıyordu çünkü. Bense ellerim bomboş bir adam olarak görünüyordum, ama kendimden emindim, her şeyden emindim, hem ondan daha çok emindim. Yaşadığımdan emindim ve gelmekte olan ölümden emindim. Evet, bundan başka birşeyim yoktu benim, Ama, hiç değilse bu gerçeğe, onun bana sahip olduğu kadar sahiptim.


(...) Ne zamandır ilk kez olarak, anacığımı düşündüm. Hayatının sonlarında niçin bir “Nişanlı” edinmişti, niçin hayata yeniden başlıyormuş gibi oyunlara girişmişti, anlar gibi oluyordum. Orada, orada da birtakım ömürlerin sona erdiği bu İhtiyarlar Yurdunun çevresinde de akşamlar, hüzünlü bir savaş aralığı gibiydi. Anacığım, ölümün eşiğinde, kendini orada serbest ve her şeyi yeni baştan yaşamaya hazır hissetmiş olmalıydı. Kimsenin, kimseciklerin onun arkasından ağlamaya hakkı yoktu. Ben de herşeyi yeni baştan yaşamaya kendimi hazır hissettim. Sanki bu büyük öfke beni kötülüklerden arındırmış, umuttan kurtarmıştı. İşaretler ve yıldızlarla yüklü olan bu gecede, kendimi ilk kez olarak, dünyanın tatlı kayıtsızlığına açıyordum. Dünyayı kendime bu kadar eş, bu kadar kardeş bulunca, anladım ki, eskiden mutluluğa ermişim. Hatta hâlâ da mutluydum.

Albert Camus

Pazartesi, Ağustos 22, 2005

Aylak Adam



(...) Şaşı kadın karmaşık yollardan bana Zehra teyzemi getiriyordu. Dizinde yatarken yalnız benim bildiğim kokuyla dolu, kimi duran, kimi kıpırdayan dudaklarına bakardım. Arada eğilir, ben büyük, inanılmaz bir şeyler olacağını beklerken salt burnumun ucunu öperdi. Yüzü bana inerken gözleri şaşılaşırdı.



(...) Karşı apartmanın yüzünde bir perde kalktı; bir kadın kımıldamadan sokağa baktı. Yoksa o mu? Perde indi. Yoksa her şey ben olmadığım zaman, benim olmadığım yerlerde mi oluyordu?



(...) Ya o sonuna dek gidip de bir tek servi göremeyeceğin “Sıra Serviler Caddesi” (...)


- Ama omuzu düşük adamdan sen de çekinmedin mi? Dedi Necmi gülerek.
- Ben başkayım.
- Ben de başkayım. (Fatma'ydı bu.)
- Doğru, hep başkayız. Ayak bastığımız her yer dünyanın merkezi oluyor. Her şey bizim çevremizde dönüyor...


İki saat sonra kalabalığın içinde, sinemadan bir dar sokağa çıkan sanki başka birisiydi. Düşünüyordu: “Çağımızda geçmiş yüzyılların bilmediği, kısa ömürlü bir yaratık yaşıyor. Sinemadan çıkmış insan. Gördüğü film ona bir şeyler yapmış. Salt çıkarını düşünen kişi değil. İnsanlarla barışık. Onun büyük işler yapacağı umulur. Ama beş-on dakikada ölüyor. Sokak sinemadan çıkmayanlarla dolu; asık yüzleri, kayıtsızlıkları, sinsi yürüyüşleriyle onu aralarına alıyorlar, eritiyorlar.”





İçerisi karanlıktı. Yer gösteren kızın tuttuğu soluk ışıkta, aralarındaki boş koltuğa oturduğu iki kişiden birinin kadın ötekinin erkek olduğunu yalnız giysilerinden belliydi. Geriye yaslanınca omzu solundaki erkeğin omzuna değdi. Çekmediler. Film hoşuna gidecek gibi görünüyor. Kılıksız genç adam koca koca yapılara girip çıkarak büyük şehirde iş arıyordu.
Solundaki erkek kolunu onunkine bastırdı. Perdedeki genç iş buldu; kılığı düzeltti. Beş-on kişiyle birlik bir işletmede çalışıyor. Önlerinden kutular geçiyor. Orada bir kız da var. Olmasın mı? Bir yazarın dediği gibi: “Kadınsız hikâye tuzsuz aşa benzer.”
Ayşe elini oturduğu yerin koltuğuna bırakırken bunun bir çağrı olabileceğini düşündü. Aldırmadı. Yanındaki erkek bu çağrıya dayanamıyormuş gibi korka korka uzanıp elini tuttu. Çekmedi. Varsın okşasın. İlkel bir yaklaşma, sürtünme duygusuydu bu. Ötekini düşündü. O böyle şeyler yapmazdı. Her zaman kendi kendisiyle savaştadır. O gün suçsuz olduğunu ona anlatmayacaktı. Filmdeki genç adamla kız işletmeden birlikte çıktılar. Sokakta konuşarak yürüyorlar. Sonra evinin önündeki genç adam kızı öptü.
Yanındaki, elini daha kuvvetlice sıktı. Ayşe'nin içinde ılık, eskiden tadılmış bir huzur vardı o an, ama bu çok sürmedi. Baktı o bilmediği erkek ona doğru eğiliyor. Kalınlaşmamış, titrek bir ses duydu:
- Bayan, çıkınca biraz dolaşır mıyız?
Bir genç horoz konuşabilseydi ancak bu sesle konuşurdu. Neden insanlar susmayı bilmiyor? “O bilir. Susulacak zamanı o bilir.” Birden içinde ona karşı dayanılmaz bir sevgi, bir özlem duydu. Elini biri nerde? Çekti aldı. Yerinden kalktı. İşte gidecek. Filmi görmese de olur. Sinemadan çıkarken yarın gelip yine beklemeyi kuruyordu. Bu gece günlüğüne ne yazacak? Bu günü nasıl özetleyecek? “Bir horozun vakitsiz ötüşü” diye yazsa olmaz mı?





Önce şaştı. “Ah, bu kadarı fazla...” İçinde yıkıcı, acı verici bir deprem başladı. Dönüp baktı. Şu yakışıklı erkek işte buydu. Artık tanıyordu onu. Şiirlerin, kitaplardan kapma büyük sözlerin yapma süsünden sıyrılmış; beylik yargılarla dolu, bayağı. Böyleleri için en önemlisi kızlıktı. Oysa B.'nin ona vermek istediği şeyin yanında kızlık neydi ki?




(...) Taksim demişler buraya. Yollar ayrılıyor diyedir.



(...) Kadınların neden evlendiklerini anlıyorum: Yalnız kalabilmek için.



(...) Bir örnek yazılar yazmak, bir örnek dersler vermek, bir örnek çekiç sallamaktı onların iş dedikleri. Kornasını ötekilerden başka öttüren bir soför, çekicini başka ahenkle sallayan bir demirci bile ikinci gün kendi kendini tekrarlıyordu. Yaşamın amacı alışkanlıktı, rahatlıktı. Çoğunluk çabadan, yenilikten korkuyordu. Ne kolaydı onlara uymak! Gündüzleri bir okulda ders verir, geceleri sessiz, güzel kadınlarla yatardı istese. Çabasız. Ama biliyordu: Yetinemeyecekti. Başka şeyler gerekti. Güçlüğü umutsuzca zorlamak bile güzeldi.




(...) Yaman adamdı bu dilenci. İnsanların işten dönerken ucuza huzur satın aldıklarını biliyordu.



(...) Güler titremiş, “- Canım,” demişti, “benim deli sevgilim.” Bir sigara yaktı. “Onun deli sevgilisi! İşte ben buyum.”



İçinde oturanları tanıyorum. Erkek en yakın lisede ingilizce öğretmeni. Karısı, onunla evlensin diye okulunu yarıda bıraktı. Sevişerek evlendiler. İki çocukları var: Biri kız, biri oğlan. Erkek akşamları elinde paketler, kese kağıtlarıyla döner. Yemek yerler. Çoğu geceler adam ya öğrencilerinin yazılı ödevlerini düzeltir, ya da gazete okur. Arada, “bu yıl kömür kıtllığı olacakmış!” diye mırıldanır. Kadının kucağında hep yamanacak bir şeyler bulunur. Kocasına bakar. “Uğrunda fakülteyi bıraktığım bu rahatına düşkün adam mıydı?” diye düşünür. Sonra dalar. Bir gün okula giderken otobüste bir genç gözünün içine bakmıştı. “Neden kaşlarımı çattım ona, diye hayıflanır, onunla belki başka türlü olurdu.” Ya birlikte uyudukları yatak... Erkek karısını değiştiğini, okula yeni verilen tarih hocasını düşünür. Kadın otobüsteki gençledir.
-Yapamıyorum, dedi. Olmuyor. Oysa seni seviyorum, biliyorum. Ama yapamıyorum. Neden, neden olmuyor?
“Çünkü yardım etmiyorum sana,” diyecekti, demedi. “Soyunurken, babanın duyunca, nasıl şaşıracağını, başkalarının neler diyeceğini düşündün. Şimdi seni kucaklayıp yatağa yıksam, öpe okşaya etini kışkırtsam, kulağına benden duymak istediklerini söyleyip seni kandırsam her şeyi yeniden unutursun. İstemiyorum böylesini Yarım bardak şarap içirdim diye nasıl içimi yedim görmedin mi? Bu mavi boşlukta etimiz bile sonuna dek sevişemiyor. Çünkü bu ses geçmez, ışık sızmaz odada bile başkaları bizimle birlik. Ama bir gün babanı, başkalarını kovup geleceksin. O zaman keskin ışıkta soyunup açık pencerede sevişeceğiz. Acelem yok benim biliyorsun.” Kucağındaki saçları öptü.
- Zarar yok, dedi. Ağlama.



(...) Bunca lüzumsuz eşya vardı da, neden en gereken, bir sigara küllüğü yoktu. Kadınlar da böyleydi. Dünyada gereğinden çok kadın vardı ama, yalnız bir teki yoktu.


(...) Anlamış. Ama anlayamadığı bir şey yok mu, benim bile anlayamadığım? “Annem diyor ki...” gibi, “Bugün olmaz” gibi... Bugünün çok uzun olduğunu bilmiyor mu?



(...) Ya insanlar? Onların yaşamasında her şey ayrıntı. Önemli olan yemek değil, yenecek yemeğin çeşididir; giysi değil, giysinin çeşidi; ayakkabının çeşidi. Günlerin adı bile... Belli günlerde belli yaşamları vardır. Pazar günleri pazarlık yaşamalarını kuşanırlar, çarşambaları çarşambalık! Hep ayrıntılar! Paranın sayısı gibi. Güler'in mavi gözlü oluşu gibi (...)



(...) Ayşe gelmedi. “Sevişen iki insanda bile bir anda aynı duygular olmuyor. Önemli bu, unutmamalı. İki kişillik toplumlarda önemli sorunlar! Bir deneme başlığı olabilir. Biri çıkıp yazsa... Ben? Yapamam; yaşamak varken. Ben ya ararım ya yaşarım. Aynı anda ortak duygular ancak iki etin birbirine dokunmasıyla başlıyor. Gidip bacaklarını okşasaydım onu kendi duyarlılığıma katabilirdim. Acaba? Güler'i öperken düşündüklerim neydi? Gene de ortak bir yanımız vardı. Özet: Duyarlık akımı ancak insan etinin değinmesiyle olabilir. Hava tanımlamasında başka bir değişiklik: Hava iletken değildir. Tam anlaşma mı istiyorsunuz? Öyleyse, haydi bakalım insanlar, aranızda hava boşluğu bırakmayın! Ya gözler, bakışlar? Eluard, “Gözler konuşmaya başladığı zaman her şey susar,” demiyor mu? Öff! Sıkıntılı konular! Bırak düşünmeyi, bu sıcak kumların tadını kaçırma.”



(...) Sevilende bizimle ortak duygular vardır sanırız.


(...) İnsanlar yalan söyledikleri zaman dinlemeyi severim. Olmak istedikleri, olamadıkları “kişi” yi anlatırlar.



- Bütün çağların trajedisi bu, Ku-ya-ra; “Kumda yatma rahatlığı.” A-da-ko: “Ağaç dalı kompleksi.” Şimdi kumda yattığım için kuyara diyorum. Daha da genişletilebilir. Kuyara, alışılmış tatların sürüp gitmesindeki rahatlıktır. Düşünmeden uyuyuvermek. Biteviye geçen günlerin kolaylığı. Ya adako? Ağaç dalındaki, gövdeden ayrılma eğilimini fark ettin mi bilmem? Hep öteye öteye uzar. Gövdenin toprağa kök salmış rahatlığından bir kaçıştır bu. Özgürlüğe susamışlıktır. Buna ben “ağaç dalı kompleksi” diyorum. Genç hastalığıdır. Çoğunlukla kuyara dişidir. Adako erkek. Pek seyrek cins değiştirdikleri de olur. Ağaç dalı kompleksine tutulmuş kişi tedirgindir. İnsanların ağaç dallarını budayıp gövdeye yaklaştırdıkları gibi, yakınları onun içindeki bu Adako'yu da budarlar. Onu gövdeden ayırmamak için ellerinden geleni yaparlar. Kimi insana ne yapılsa yararı olmaz. Asi daldır o. Ayrılır. Balta işlemez ona.


- Bir şey mi arıyorsunuz beyim? Diye sordu
- Evet! Eski bir koku, dedi.
- Buralarda bulamazsınız. Caddedeki eczaneye sorun bir kere.


Gözlerini açtı. Kadın uzaklara bakıyordu. Yaşamanın güç olduğu bir dünyadan uzağa, çocuklukta tadılmış bir huzura kaçmak gerekti; hiç olmazsa bir güncük, yanında ona o tadılmış huzuru hatırlatan bu kadın varken. Sorduğu için pişmandı. Duymak istediği başka türlü laflardı; örneğin bir yemek tarifi. Çocukluğunda sık sık yemek tarifi dinlerdi.
-Bana, “Reçel kıvamına gelince indirirsin” desene.
- Anlamadım. Neydi?


-Ya içmediğim zamanlar?
- O zaman ararım.
- Hep arayacaksın sen. Ya resim, ya kitap...
- Tutamak sorunu. İnsanın bir tutamağı olmalı.
- Anlamadım.

- Tutamak sorunu dedim. Dünyada hepimiz sallantılı, korkuluksuz bir köprüde yürür gibiyiz. Tutunacak bir şey olmadı mı insan yuvarlanır. Tramvaydaki tutamaklar gibi. Uzanır tutunurlar. Kim zenginliğine tutunur; kimi müdürlüğüne; kimi işine; sanatına. Çocuklarına tutunanlar vardır. Herkes kendi tutmağının en iyi, en yüksek olduğuna inanır. Gülünçlüğünü fark etmez. Kağızman köylerinden birinde bir çift öküzüne tutunan bir adam tanıdım. Öküzleri besiliydi , pırıl pırıldı. Herkesin, “- Veli ağanın öküzleri gibi öküz, yoktur, ” demesini isterdi. Daha gülünçleri de vardır. Ben, toplumdaki değerlerin ikiyüzlülüğünü, sahteliğini, gülünçlüğünü göreli beri, gülünç olmayan tek tutamağı arıyorum: Gerçek sevgiyi! Bir kadın. Birbirimize yeteceğimizi, benimle birlik düşünen, duyan, seven bir kadın!



(...) Biliyordu. Yanından hızla geçen taksiye baktı. Arkasından gitmedi. Biliyordu. Yanından hızla geçen taksiye baktı. İçinde oturan kadınla erkek sanki iki mankendiler. “Neden? Neden böylesiniz?” Olanla yetinerek, aramadan, düşünmeden yaşanılsın diye yaratılmış bir dünyada yalnızdı. Sırtı kaşınıyordu. Eve gidip yıkanacaktı.



Sustu. Konuşmak gereksizdi. Bundan sonra kimseye ondan söz etmeyecekti. Biliyordu; anlamazlardı.

Yusuf Atılgan

Çarşamba, Ağustos 17, 2005

Yaşama Uğraşı



Başkalarıyla – hatta karşına çıkan tek insanla – sanki her şey o an başlayacak ve biraz sonra bitecekmiş gibi yaşamalısın. (Yaşama Uğraşı 322)

Kendini öldürmeye karar vermiş bir adamın damarlarından boğazına yönelen bu gizli ve köklü sevinç neden? Ölümle yüz yüze gelindi mi, hâlâ diri oluşumuzun kafaya dank başka bir şey kalmaz geriye (Yaşama Uğraşı 98)

Kimbilir kaç kez o güvenli ve yerinde karara vardık: Ondan 'uzak duracak', ona sanki her şey şimdi başlıyormuş gibi davranacak, bu arada da onun her tutumunu biliyor olmanın getirdiği büyük avantaja sahip olacaktık. Ve kimbilir kaç kez bunu başaramadık? Niçinine bir bakalım. Yalnızlıkla bütünleşip onun karşısında kurban rolünü oynadık. Onun karşısında sakin ve hazır olmalısın; yalnızlığına dalmalısın. Artık kaya ol, dalga değil. '33'nte sandaldaki sağlamlığına yeniden kavuş. Boşalan içsel enerjini tazele. Rıza göster, talep etme. Bekle. Her dürtünün seni nerelere götüreceğini gör. O bildik alçaltıcı durumlara götüren bütün dürtülere egemen ol. Bunu yapamazsan, hiçbir şey yapamazsın. (Yaşama Uğraşı 100)

Gerçeğin mutlak mantığına inanan düşünürler bu konuyu bir kadınla ciddi olarak tartışmamışlardır. (Yaşama Uğraşı 101)

Bir insan acı çekiyorsa, başkaları bir sarhoşmuş gibi davranırlar ona: “Hadi, kalk bakalım; yeter bu kadar; hadi işine; öyle değil; ha şöyle...” (Yaşama Uğraşı 103)

Eskiden beri bilinen bir şey, ama yeniden bulduğum için kendi adıma seviniyorum. Ancak bir özveriyi gerektiren sevgiye inan; bunun dışında herşey, çoğu zaman, boş sözlerden başka bir şey değildir. (114)

Acı çekmek (mutsuzluk, yas), düşünceleri belli bölgelerden uzak tutmak, böylece orada egemen olan acılardan kurtulmak için zihinde tel örgü yaratmak gibidir. Bu bakımdan, manevi yetenekleri sınırlar acı çekmek (116)

Fırtınalı bir iç hayatları olup da konuşarak ya da yazarak içlerini dökmek istemeyenler, aslında, fırtınalı iç hayatları olmayan insanlardır.
Yalnız bir insanla arkadaşlık et, herkesten çok konuştuğunu göreceksin. (125)

Elbette acı çekerek insan birçok şey öğrenebilir. Ne yazık ki acı çekmek öğrendiklerimizden yararlanacak gücü bırakmaz bizde; bir şeyi sadece bilmekse, hiçten de az bir şeydir. (130)

İnsan nasıl ölümü düşünmeyebiliyorsa, kadınları da düşünmeden edebilir. (135)

Kendimi yalnız bırakmamak için bütün gece aynanın karşısında oturdum...(142)

Bekârlar evlilerden daha çok ciddiye alırlar evliliği (163)

Kıskançlığa karşı geçici bir çaredir cinsel ahlak. Bir başka erkeğin cinsel gücüyle herhangi bir karşılaştırmayı önleme çabasıdır. Kışkançlık ise böyle bir karşılaştırma yapma zorunda kalma korkusudur. (166)

Bir çeşit insan vardır ki, hayattan bir şey beklememeye alışmıştır; ne yaptığı bir iş, ne de çektiği acı için bir karşılık umar. Ne olursa olsun, hiç kimseden, hatta yardım ettiklerinden bile bir şey beklemez. Dolayısıyla, ancak dilediği zaman başkalarına yardım eder. Tıpkı benim gibi.(179)

Bir başka insanın çocukluğunu öğrenmek, onu yeniden yaşamak istemek, belli bir sevgi belirtisidir. (206)

Aşk iki sevgiliyi birbirlerine değil, kendi kendilerine çırılçıplak gösterme gücüne sahiptir. (212)

Hayatın alaycı yasalarıdan biri de şudur: Sevilen kimse, veren değil, alan insandır. Sevilen kimse sevmez, çünkü seven, verir. Bu da anlaşılmayacak bir şey değildir; çünkü vermek almak kadar kolay unutulmayan bir zevktir; kendisine bir şey verdiğimiz insan bizim için gerekli, yani sevdiğimiz bir insan olur.
Vermek bir tutku, neredeyse bir kusurdur. Kendisine bir şeyler verebileceğimiz bir kimsemizin olması gerekir (234)

Bir kadın evlendiği zaman bir başka erkeğe ait olur; bir başka erkeğe ait olduğu zaman da artık ona söyleyeceğin hiçbir şey yoktur. (239)

Beklemek de bir uğraş. Hiçbir şey beklememek korkunç.(322)

Birtakım şeylerden düzenli ve inançlı olarak vazgeçen insan, hayatını işte bu vazgeçtiği şeyler üstüne kurmuştur. Gözü yalnız bunları görür. (373)

Zaferin tadını çıkarabilmemiz için ölülerin dirilmesi, yaşlıların gençleşmesi, uzaktaki dostlarımızın dönmesi gerekir. Biz bunun düşünü dar bir çevrede, bizim için bütün dünya sayılan bildik yüzler arasında kurmuştuk; şimdi büyüdüğümüze göre, yaptıklarımızın ve söylediklerimizin gene bu yüzlerde yansımasını isteriz. Oysa onlar yaşlanmış, ölmüş, kayıplara karışmışlardır. Bir daha dönmemecesine. Bu durumda umutsuzca çevremize bakar, bizi yalnız bırakan, ama bizi seven, yaptıklarımıza hayranlık duyacak olan bu küçük dünyayı yeniden yaratmaya çalışırız. Ama böyle bir dünya yoktur artık. (378)

Bir kadının aşkından değil; aşk – herhangi bir aşk – bizi olanca çıplaklığımız, mutsuzluğumuz, incinebilirliğimiz, hiçliğimiz içinde gösterdiği için de öldürür kendini insan. (409)

Çivi çiviyi söker. Ama bir çarmıh yapılır dört çividen. (415)

Ama daha korkunç olanı şudur: yaşama sanatı, sevdiklerimize onlarla birlikte olmaktan ne büyük bir zevk duyduğumuzu belli etmemekten başka bir şey değildir; bunu başaramadık mı, bırakıp giderler bizi. (Yaşama Uğraşı )

Asıl başarısız insan, büyük işleri gerçekleştiremiyen değil – bunu kim başarmıştır ki- bir yuva kurmak, bir dostluğu, bir kadınla mutlu bir ilişkiyi sürdürmek, ekmek parasını kazanmak gibi küçük şeylerde başarısızlık gösteren insandır. Başarısızlığın en acısı budur.

Cesare Pavese

Salı, Ağustos 16, 2005

Sevme Sanatı


(...)Büyük çoğunluk sevme sorununu, sevmek'ten kişinin kendi sevme yetisinden çok, sevilme sorunu olarak görür. Bu yüzden onlar için önemli olan nasıl sevilebilecekleri, nasıl sevimli olabilecekleridir. Bu amaca ulaşmak için çeşitli yollara başvururlar. Özellikle erkeklerin yeğlediği yollardan biri, başarılı olmak, yaşadığı toplum içinde büyük ölçüde güç ve para elde etmektir. Kadınların seçtiği bir yol da, vücuduna, giyimine bakarak alımlı olmaya çalışmaktır. Kadınlarla erkeklerde ortak olan bir başka göze girme yolu, hoş davranışlar edinmek, ilgi çekici bir biçimde konuşabilmek, yardımsever, alçak gönüllü olmak ve kimseyi incitmemektir. İnsanın sevimli olmak için yaptıklarının çoğu başarılı olmak, “dost edinmek ve başkalarını etkilemek” için yaptıkları ile aynıdır. Aslına bakarsak bizim ekinimizdeki birçok insanın sevimli olmaktan anladığı, herkesin hoşuna gitmekle albenisi olmak arasında bir şeydir.
Sevgi konusununda öğrenilebilecek bir şey olmadığı sanısını doğuran ikinci önerme de sevginin bir yeti sorunu değil, bir nesne sorunu sanılmasıdır. İnsanlar sevme'nin kolay olduğunu, asıl güçlüğün sevecek – ya da sevilecek – nesneyi bulmak olduğunu sanırlar. Bu tutumun, çağdaş toplumun gelişme tarihinde yatan birçok nedeni vardır. (...)



(...) Ekinimizde tümüyle satınalma açlığı üzerine, alanın da, verenin de isteyerek girdiği bir alışveriş anlayışı üzerine kurulmuştur. Çağımızın insanı vitrinlere bakmakla, peşin olsun, taksitle olsun alabileceği her şeyi satın almakla mutlu olabilmektedir. Çağımızdaki insanlar öbür insanlara da aynı açıdan bakarlar. Erkek için çekici bir kız – kadın için de çekici bir erkek – peşinden koşulacak ganimetlerdir. “Çekicilik” çoğu zaman, kişilik pazarında çok tutulan, çok aranan özelliklerden yapılmış bir pakettir. Kişiyi çekici yapan şeyler, gerek vücut, gerek kafa bakımından zamanın modasına bağlıdır. (...) Alışveriş üstüne dönen, maddesel değerlerin en üstün değerler olduğu bir ekinde insanlar arası ilişkilerin de mal mülk ve iş pazarında geçerli olan yöntemlere göre yönetilmesine şaşmamak gerekir.


(...)Cinsel kutuplaşma insanı özel bir birleşmeye sürükler. Erkek ve dişi öğelerin kutuplaşması tek tek erkek ve kadında da görülür. Nasıl fizyolojik bakımdan erkekte de, kadında da karşı cinsin hormonları varsa, davranış bilimleri açısından da kadın ve erkek iki cinslidir. İçlerine alma ve nüfuz etme, madde ve ruh özellikleri taşırlar. Erkek – ve kadın da- kendi içinde bütünlüğe, ancak içindeki dişi ve erkek kutupları bağlaştırarak varabilir. Her türlü yaratıcılığın temeli bu kutuplaşmada yatar.


(...) Kadınla erkek arasındaki sevgide kadın da, erkek de yeniden doğar.


(...)Sevgide iki varlığın bir olması, gene de iki ayrı varlık olarak kalabilmeleri ikilemi gerçekleşir.


(...) O denli üstüne düşmesi çocuğunu çok sevdiğinden değil, onu sevememesini gizlemek istemesindendir.


(...) Bu açıdan bakılırsa insanın kattığı anlam dışında yaşamın hiç bir anlamı yoktur; insan başkalarına yardım etmediği sürece yapayalnızdır.

(...)Başka birisine kendime yetemediğim için bağlanıyorsam, karşımdaki kadın ya da erkek benim için bir cankurtaran olabilir belki ama aramızdaki bağ sevgi bağı olamaz. Çelişik gibi görünse de yalnız kalabilme yeteneği sevebilme yeteneğinin tek koşuludur.



Sevgi bir etkinliktir; edilgen bir olay değildir; bir şeyin içinde olmaktır, bir şeye kapılmak değildir. Sevginin etkin özelliği, en genel biçimde şöyle tanımlanabilir; Sevgi vermektir, almak değildir.

(...) Sevgiden vazgeçilemeyeceğine göre, sevgi konusundaki başarısızlığı yenmenin bir tek yolu kalıyor: Önce başarısızlığın nedenlerini incelemek; sonra da sevginin ne olduğunu anlamaya çalışmak.

(...) sevgi, sevdiğimiz şeyin yaşaması, gelişmesi için duyduğumuz etkin ilgidir.

(...) Olgun sevgi, “Seni sevdiğim için sana gereksinmem var” der.

Sevgi yalnız belli bir insana bağlılık değildir; bir tutumdur; kişinin yalnız bir sevgi nesnesine değil, bütünüyle dünyaya bağlılığını gösteren bir kişilik yapısıdır. Kişi yalnız bir tek insanı seviyor, başka her şeye karşı ilgisiz kalıyorsa, sevgisi sevgi değil, birlikte -yaşamaya bağlılık ya da yaygınlaştırılmış bir bencilliktir.

(...) Başka birisine “Seni seviyorum” diyebilirsem, “sende herkesi seviyorum, seninle bütün evreni seviyorum, sende kendimi seviyorum” diyebilmem gerekir.

(...) Birisini sevmek yalnız güçlü bir duyguya kapılmak değildir; bir karardır, bir yargıdır, bir söz vermedir. Sevgi yalnızca duygudan oluşsaydı birbirine ölünceye dek sevmek için söz vermek gerekmezdi. Duygular gelip geçicidir. Eyleme yargı ve karar karışmamışsa o duygunun ölünceye dek süreceğini nasıl bilebiliriz?

Sevgi; iki insanın birbirlerine varlıklarının özünden bağlanması, dolayısıyla herbirinin de kendisini varlığının özünden tanıması durumunda doğabilir ancak. İnsan gerçekliği de, canlılığı da, sevgisinin temeli de işte bu “özden tanıma” yaşantısında yatar. Böyle yaşanan sevgi sürekli bir meydan okumadır; bir dinlenme yeri değil, tersine, birlikte oluşma, büyüme ve çalışmadır; uyum ya da çatışma, neşe ya da üzüntü olup olmaması bile önemsizdir artık; temel gerçek şudur: İki insan birbirlerini varlıklarının özünden tanırlar, kendilerinden kaçmak şöyle dursun, kendilerini buldukları için bir olurlar. Sevginin varolduğuna bir tek kanıt vardır ancak; bağlılığın derinliği, seven kimselerin canlılığı ve güçlülüğü; Budur sevginin bulunduğunu gösteren meyve.
Erich Fromm

Pazartesi, Ağustos 15, 2005

Tehlikeli Oyunlar



(...)Sanki benim de bir yakınım, bir dostum gelecekti. Sanki trenden, mesela Nazlı çıkacaktı birden ve boynuma sarılıverecekti. Ben de bütün olanları bir anda unutarak onu affedecektim. Hemen bir arabaya binecektik; herşey hemen düzelecekti. Herkes sabırsızlanıyordu; herhalde tren biraz gecikmişti.(...)
Bu oyuna kısa zamanda alıştım. Arada tren istasyonuna uğrayarak tarifelere bakıyordum. Bazen de telefonla soruyordum; ayrıca, trenin geleceği gün de telefon ederek tehir olup olmadığını öğreniyordum. Lokantada beklerken de, artık trenin geliş saatini bilmenin heyecanını, bütün karşılayıcılarla birlikte yaşıyordum. Birkaç bekleyişten sonra daha cesur olmuştum. Elimi hararetle sallıyor, bağırıyor, sesleniyordum. Beni, tanıdıklarından birine benzetip, bana da el sallayanlar oldu: Bu kadar yolcu içinde, elbette birinin ahbabına benzeyecektim. Böyle yanılmalar, benden başkasının başına da geldiği için vaziyetimde bir sahtelik olmuyordu.





Onlarda yalnız kaldılar. Deniz kıyısındaki evi tutmadıkları için, kimse denize girmek için mayosunu alıp, onlara gelmedi. Bahçeleri olmadığı için, içkimizle gelip bir sofra kuramayız mehtaba karşı, dediler. Ayrıca, onlar mutlulukların yalnız yaşamak istiyorlarmış, Sevgi öyle söylemiyor muydu, bırakalım yaşasınlar, dediler. Bırakalım istedikleri gibi yaşasınlar. Ve bıraktılar.





Hikmet, salona, kolktuğuna döndü.
Başkaları gibi yaşamasını bilmeyenler, başkalarını taklit etmeliydi. Onlar da ellerinden geleni yapıyorlardı: Deniz kıyısında bir kahveye oturuyorlar, ah ne kadar güzel! Diyorlardı. Deniz havası bize iyi geldi, diyorlardı. Önlerinden takalar geçiyordu: Ne sıcak renklere boyanmış tekneler! Diyorlardı; o renkle o rengi hangi ressam yanyana getirmeye cesaret edebilir? (Bunları Nursel Hanımdan öğrenmişlerdi.) Sağlam deniz havasını içlerine çekiyorlardı; insanın temiz havaya ihtiyacı var, diyorlardı. (Bunu da Bilge'den öğrenmişlerdi.) Bütün bu temiz havaya rağmen, gece iyi uyuyamıyorlardı.




"Kızı üzmüyorsun ya Hikmet?" diye mırıldandı Hüsamettin Bey.
"Üzüyorum albayım. Sonra gidip ne diller döküyorum bilseniz. 'Neyin var canım?' filan diyorum. Daha neler söylüyorum. Gözlerine filan bakıyorum. Siz gerçekten doğru söylüyorsunuz albayım: Ben adam olmam. Ben, tek başıma yaşamalıyım; başkalarını zehirlememeliyim. Dama çıkıp ulumalıyım kurtlar gibi."
"Kediler," dedi Albay; "Miyavlarlar." Hikmet gülümsedi; "Sizi de bu mizah duygusu kurtarıyor albayım." Ellerini iki yana açtı: "Ne yapalım? Şehir kurtları da yer darlığı dolayısıyla dama çıkıyor. Kendime engel olamıyorum: Yanımda sıcak bir varlık bulunca bencil oluyorum. "(...)






"Yazarların kahramanlarını neden baştan öldürmediğini şimdi anlıyorum albayım," dedi Hikmet. "Oyunun devamı güçleşti, değil mi Hikmet?" diye yorumladı bu sözü Hüsamettin Bey. "O zaman geriye dönmek gerekiyor ki; artık bu teknik de eskidi albayım; üstelik tiyatro seyircisi olayları yeni baştan öğrenmek istemez." Hüsamettin Bey ciddileşti: "Hemen anlaşılmakta iyi değildir; ileriye matuf bir yatırım her zaman faydalıdır." "Ya ilerde de anlaşılmazsa, ya gerçek bir beceriksizlikse?" "Zaten sen bilemeyeceksin bütün bunları. Endişe etme oğlum Hikmet."
Hikmet biraz düşündü. "Oyunun sonunda Mills evlensin Monika ile, albayım," dedi sonunda. "Çünkü, susup beklemesini bilenler kazanır. Schlick'i de savaşta öldürmekten vazgeçelim; zaten eninde sonunda aklını kaybedecektir, bu gerileme daha fazla dayanamaz. Eskiden böyle kocalar, düelloda filan ölürdü; ben buna benzer bir filim görmüştüm. Şimdi kılıcın yerini ruh hastalıkları aldığı için, bu çeşit ölümleri tasvir etmek biraz teknik bilgiyi gerektiriyor. Schlick'in akıl hastanesindeki yaşantısını da anlatalım mı albayım?"
Hüsamettin Bey elini tahtaya vurdu: "Oraya girmiş gibi konuşuyorsun Hikmet."
"Girmesine girerim de albayım, çıkması zor olur diye korkuyorum. Bugünün doktorları, insanın delirdiğini çok kolay kabul ediyorlar da, iyileştiğine inanmakta biraz nazlanıyorlar. Bu akıl hastanesi, turnikeye benziyor albayım; hani tren istasyonlarında var ya."
"Schlick'e fazla ehemmiyet vermiyorsun," diye itirazda bulundu Hüsamettin Albay. "Benim bildiğim, böyle bir girişten sonra piyesin kahramanı Heine olur."
"Piyesin kahramını insanlıktı albayım, geçen gün, Bilge'yle kavgamızdan sonra öldü. İnsanlığın ölümüne ve karısı hakkında duyduğu kuşkuların baskısına dayanamayan Schlick de, bir gün karısını öldürdüğü kuruntusuna kapılarak, en yakın polis karakoluna teslim olur. Onun sözlerinden pek bir şey anlamayan komiser, kendisini bir polis refakatinde, emniyete gönderir. Tarihin sesi söylüyor bunları albayım."



(...) çok güzel kızlar varmış ve Kant'ı da su gibi okuyorlarmış diye söylentiler çıkarıyorlar, doğru mu acaba? Onları ne yazık ki karşıdan karşıya geçerken ve vapurda bacak bacak üstüne atarken ve piyasa caddelerinde gözlerini ilerde bir noktaya dikmiş yürürken göremiyoruz, nerede saklanıyorlar dersin, bak ben ortadayım, onlarda kim bilir ne isterler? Kant'ın kendisini isterler, hem de güzel bir Kant isterler, kirli çamaşırlarını bile kimselere koklatmazlarmış öyle mi? Beni şimdiye kadar otuz yedinci sayfaya kadar okudular, sıkılıp ellerinden bıraktılar, o sayfam açık öylece kaldım, o sayfada sarardım, bizim bir arkadaş vardı, kadınlara kendini acındıracaksın diye öğüt veriyordu bana, çok üzülüyorum – ne yapacağımı bilmiyorum – yalnız kaldığım için intihar etmeyi düşünüyorum diye dert yandı mı bütün kadınlar ağına düşüyormuş, sonra bir yanlışlık oldu: Bu arkadaş -başımız sağ olsun- intihar etti, benim de korktuğum anlar oluyor, insan bu güven olmaz, pencere bu kadar yakınken ve iki adım daha atınca denize düşmek ihtimali varken, korkmayın canım şey, sizi elde etmek için yalan söyledim, ben ölür müyüm? ha- ha, vicdan azabı rolünde yaşamak niyetindeyim, kendimden bahsettiğime bakmayın, asıl mesele sizsiniz, ben yaşlanıyorum, siz hep genç kalıyorsunuz, yıllardır vapura binerim, yıllardır geniş caddelerde karşıdan karşıya geçerim, yıllardır yollarda yürürüm, gördüğüm kadarıyla siz hep gençsiniz, hep güzelsiniz, yirmi yaşında kalıyorsunuz her zaman, bir bayrak yarışında olduğu gibi gençliği birbirinize devrederek ilerliyorsunuz, ben benzetme için özür dilerim, sizi yerinizden oynatacak kadar heyecanlı bir benzetme yapmayı ne kadar isterdim, bizi iyi yetiştirmediler, hep ukalalık öğrettiler, öğretenleri bir elime geçirebilsem, sizin yanınızdaki delikanlılar da yaşlanmıyor, ne garip ne karışık bir düzen bu, bazen yanınızda yaşlıları da görüyorum, sakın paraya kıymet vermeyin olur mu? Sizi onlarla gördükçe daha çok üzülüyorum, beni kırmayın olmaz mı? (...)



Sevgili Bilge,
Bana bir mektup yazmış olsaydın, ben de sana cevap vermiş olsaydım. Ya da son buluşmamızda büyük bir fırtına kopmuş olsaydı aramızda ve birçok söz yarım kalsaydı, birçok mesele çözüme bağlanmadan büyük bir öfke ve şiddet içinde ayrılmış olsaydık da yazmak, anlatmak, birbirini seven iki insan olarak konuşmak kaçınılmaz olsaydı. Sana, durup dururken yazmak zorunda kalmasaydım. Bütün meselelerden kaçtığım gibi uzaklaşmasaydım senden de. İnsanları, eski karıma yapmış olduğum gibi, büyük bir boşluk içinde bırakmasaydım. Kendimden de kaçıyorum gibi beylik bir ifadenin içine düşmeseydim. Bu mektubu çok karışık hisler içinde yazıyorum gibi basmakalıp sözlere başvurmak zorunda kalmasaydım. Ne olurdu, bazı sözleri hiç söylememiş olsaydım; ya da bazı sözleri hiç söylememek için kesin kararlar almamış olsaydım. Sana diyebilseydim ki; durum çok ciddi Bilge, aklını başına topla. Ben iyi değilim Bilge, seni son gördüğüm günden beri gözüme uyku girmiyor diyebilseydim. Gerçekten de o günden beri gözüme uyku girmeseydi. Hiç olmazsa, arkamda kalan bütün köprüleri yıktım ve şimdi geri dönmek istiyorum, ya da dönüyorum cinsinden bir yenilgiye sığınabilseydim. Kendime, söyleyecek söz bırakmadım. Kuvvetimi büyütmüşüm gözümde. Aslına bakılırsa, bu sözleri kullanmayı ya da böyle bir mektup yazmayı bile, ne sen ne aşk ne de hiç bir şey olmadığı günlerde kendime yasaklamıştım. Sen, aşk ve herşeyin olduğu günlerde böyle karar alınamazdı. Yaşamamış birinin ölü yargılarıydı bu kararlar. Şimdi her satırı, bu satırı da neden yazdım? Diyerek öfkeyle bir öncekine ekliyorum. Aziz varlığımı son dakikasına kadar aynı görünüşle ayakta tutmak gibi bir görevim olduğunu hissediyorum. Çünkü başka türlü bir davranışım, benimle küçükte olsa bir ilişki kurmuş, benimle az da olsa ilgilenmiş insanlarca yadırganacaktır. Oysa, Sevgili Bilge, aziz varlığımı artık ara sıra kaybettiğim oluyor. Fakat yaralı aklım, henüz gidecek bir ülke bulamadığı için bana dönüyor şimdilik. Biliyorum ki, bu akıl beni bütünüyle terkedinceye kadar gidipgelenazizvarlık masalına kimse inanmayacaktır. Bazı insanlar bazı şeyleri hayatlarıyla değil, ölümleriyle ortaya koymak durumundadır. Bu bir çeşit alın yazısıdır. Bu alın yazısı da başkaları tarafında okunmazsa hem ölünür ve hem de dünya bu ölümün anlamını bilmez; bu da bir alınyazısıdır ve en acıklı olanıdır. Bir alın yazısı da, ölümün anlamını bilerek, ona bu anlamı vermesini beceremeden ölmektir ki, bazı müelliflere göre bu durum daha acıklıdır.


Peki Hikmetçiğim, dedi Sevgi. İnsanlar birbirini anlamadan da sevebilir. Her ırmağa istenildiği kadar girilebilir. Tecrübe insana bir şey kazandırmaz. Çok bilen çok yanılır damlaya damlaya göl olur. Saçmalama dedi Hikmet kendi kendine. Ben küçük burjuvaları sevmiyorum Sevgi. Kapı tokmağını da tamir etmek istemiyorum. Ne olur bir marangoz çağır. Ampulu değiştirmek için de elektrikçi gelsin. Seviştikten sonra yataktan hemen kalkmayalım. Hiç kalkmazdık zaten Hikmet. İçimiz kalkmasın demek istiyorum. Çok becerikli olmayalım: birbirimizin kusurunu görürüz o zaman. Zaten becerikli olacak gücüm yok Hikmet. Sen gideli çok zayıfladım. Biliyorum, yolda farkettim seni görünce. Belki bir çocuğumuz da olur Hikmet. Çocuk mu? Evet, öyle ya: Geride bir şeyler bırakmak gerekiyor. Her şey denenmeli. Yavaş yavaş. Evet, yavaş yavaş hamile kalırsın Sevgiciğim, çocuğu karnında iki yıl taşırsın. Hızlı bir gebeliğin gerilimine dayanamayacağımı hissediyorum. Birdenbire büyük bir karınla karşılaşmaktan korkuyorum. Sancı filan da çekme olur mu? Dünyada yeteri kadar acı var zaten. Kendimi çok yorgun hissediyorum. Yavaş yavaş doğur, olur mu? Çok yavaş seviştiğimiz bir günün sonunda hamile kalırsan bütün bunları başarırız belki. Çocuk da yavaş ağlasın. Yorgun yaşayalım dünyayı. Yorgun bir aşk olsun ilişkimiz. Bana iki aspirin ver, her tarafım ağrıyor. Evliliğimizin ilk günlerinde olduğu gibi fakat telaş eksik olsun: Durgun bir havuzun ılık sularına girer gibi...
Uzun ve durgun bir yaşantı için aklımızı koruyalım. Çünkü Sevgiciğim, sen de biliyorusun ki, en büyük hazinemiz aklımızdır. Geliyorum Sevgi, yağmur dinsin geliyorum. İnsanların arasına sıkışmadan geleceğim, yavaş yavaş yürüyerek geleceğim. (...)


Oğuz Atay