Giden çocukluktur, biseksüalitedir, anne babayla kurulmuş olan o yoğun bağdır. Gidenlerin yasını tutmak gerekir. Ergenlik bir yas sürecidir ve “mutlu ergen yoktur” . Hüzün, yas ve mutsuzluk…
(…)Hüzün ergenliği boydan boya kat eder ve ona kimliğini verir. (S.14)
(…) Kendine ve yalnızca kendine ait düşünceler üretmek bir özne olarak Benliğin oluşumu için gereklidir. Bu açıdan yaklaşıldığında, özne olmanın koşulu bir sırra sahip olmaktır ve ergenlikte bunun karşılığı özerkleşmedir. (S.17)
Ergenlik döneminde birey hem bedensel, hem ruhsal, hem de toplumsal alanda değişime, dönüşüme uğrar. Büyümek ergenliğe özgü değildir, çocuklarda büyürler. Ama pek değişmezler. Öyleyse, ergenler hem büyürler, hem de değişirler. (S.20)
Öyleyse ergenliği tanımlarken iki önemli nokta öne çıkmaktadır. Bunlardan birincisi tanımın gerisindeki özellikle cinsellikle ve üretici olmakla ilgili noktadır. İkincisi ise ergenin yasal yaşa ulaşmadığının altını çizen ergenliğin hukuki yönüdür. (S.21)
(…) Kendini erişkin yaşama hazırlama çabasında olan ergenin bir başka özelliği de ailesi ile birlikte oturmaya ve onlara maddi olarak bağlı kalmaya devam etmesidir.
(…) Öğrenim sürelerinin giderek uzaması, yüksek lisans, doktora ve hatta post-doktora yapan ve otuzlu yaşlarında olmasına karşın hala anne babasıyla oturan, öğrenci konumunu koruyan “geç ergenler” olgusunu ortaya çıkarmıştır. (S.23)
İnsan yaşamının ilk dönüşümü fötüsten bebekliğe geçiş olan doğumdur, ikinci dönüşüm çocukluktan erişkinliğe geçiş olan ergenliktir. Son dönüşüm ise canlı olma halinden cansızlığa geçiş olan ölümdür. Sonun başlangıcı doğumdur, ancak sonun başlangıcının farkına varılması ise ergenlikte olur. (S.24,25)
(…) Bernfeld ergenliği, birbirine paralel iki gelişim süreci olarak görür. Bedenin fizyolojik gelişim sürecinde, cinsellik yetisi ile cinsel olgunlaşmayı birbirinden ayırır. Cinsellik yetisi bir fizyolojik sürecin sonucunda kazanılır. Cinsel olgunlaşma ise cinsel uyarıların cinsel organlar düzeyinde algılanması ve uygun yanıtların verilemesini kapsayan ruhsal bir süreçtir. (S.32)
(…) Özetlemek gerekirse, Laufer ergenliği bir gelişim süreci olarak görür ve bu sürecin durmasını kırılma olarak adlandırır. Patolojiyi ortaya çıkaran da budur. Ergenlikte gelişme sürecinin hedefi bu sürecin sonunda cinsel kimliğin değişmez ve geri dönüşsüz biçimde oluşmasıdır. (S.41)
(…) Bugün de bir erişkinin analizinde ergenlik krizinde kaldığı noktadan başladığı görüşü oldukça kabul gören bir tezdir. Artık, ergendeki çocuğa yönelmek yerine erişkindeki ergeni aramak söz konusudur. Düzeltmek ve eğitmek yerine tedavi etmek kaygısı ön plana geçmiştir. (S.44)
(…) İlk kez ergenlikte “kaleme alınacak” olan bu otobiyografi erişkin yaşam boyunca sürekli değişikliğe uğrayacaktır. Geçmiş yaşantının bu şekilde sürekli yeniden yazılması çabası, bireyin “şimdi” denilen o elle tutulmaz anı tarif edebilmesinin koşuludur. (S.60)
(…) Çocukluk sırasında oluşturulan ve otobiyografinin üzerlerinde yükseleceği bellek temelleri Özne-Benin iki temel gereksinimine olanak sağlar. Bunlardan ilki bireye üzerinde hiçbir zaman soru sormasına ve şüpheye düşmesine gerek bırakmayacak kesinlikte bir akrabalık ve “soygeçmişi dizgesi” sunmasıdır. İkincisi ise aşkını, nefretini, ızdırabını ve neşesini yani duygulanımını sözcüklere dökebileceği semantik alanın, Fransız psikanalisti Aulagnier’nin terimi ile temel dilin oluşturulmasıdır. Daha sonra yaşam boyunca meydana gelebilecek olan tüm değişimlerden korunacak olan bu temellerin, bireyin çocukluğunu bir öncül olarak kabullenmesini ve varlığının nedeni ve kaynağı olarak kabullenmesini ve varlığının nedeni ve kaynağı olarak göreceği bir geçmiş oluşturmasını sağlayacağı açıktır. (S. 61)
(…) Üremeyi düşünebilmek demek, kendi üremişliğini de kabullenmek demektir. (S.64)
(…) E. Jacobson ise, benlik idealinin annesel kaynağı olarak, anneyle birlikte sahip olunan ve sonradan yitirilen birlikteliği görür. O nesneyle birleşerek , onu içine alarak mutlak birlikteliğe geri dönme arzusu yaşam boyu cinsel ilişkinin hedefi olarak bile gündemdedir. Annie Reich ise, birincil idealizasyonların Benlik İdealini oluşturduklarını, idealize edilen ebeveynle özdeşleşerek çocuksu tümgüçlülüğe yeniden kavuşabilmenin hedeflendiğini belirtir. Benlik ideali olmak isteneni temsil ederken. Üstbenlik olunması gerekeni temsil eder. İdealize edilen ebeveyn gibi olunmak arzulanmaktadır. Normalde benlik ideali ve üstbenlik ergenlikte birbirlerine kaynaşmaktadırlar. (S.75)
(…) Aşık, aşk nesnesini kendinde gerçekleştiremediği idealin yerine koymak üzere seçer. Nesne kendi narsisizmini doyurmak için, kendinde sahip olunması istenen ve nesnede olduğu düşünülen mükemmellikler için seçilir. Nesne kendisi için değil uyandırdığı arzu için değerlidir. Aşk tutkusu sırasında nesne, idealin yerine geçmiştir. (S.88)
Ergenlikte söz konusu olan, çocuksu cinselliğin olgun ve normal halini almasıdır. Çocuklukta, birbirinden ayrı dürtüler olarak ve değişik erojen bölgelere (oral, anal ve üretral) yayılmış olan cinsel etkinlik, yalnızca yerel doyumu amaçlar. Oysa ergenlikte bu kısmi dürtüler bir araya toplanırlar ve tüm erojen bölgeler, genital bölgenin önceliğine boyun eğerler. Cinsel etkinlik, doyumla birlikte cinsel boşalmayı da hedefleyecektir. Çeşitli erojen bölgelere yayılmış olan kısmi cinsel dürtüler, erişkin cinselliğinde genital doyumun emrinde ve onun gerçekleşmesini hazırlayan hazırlık zevklerini oluşturacaktır. (S.102)
(…) Bir cinse ait olmayı seçmek aslında eksik olduğunu, tamamlanmak için ötekine gereksinimi olduğunu kabul etmek demektir. (…)Bu noktada cinsel baştan çıkarıcılığı eksikliğe bağlayan Jean Baudrillard, baştan çıkarıcı olanın güçlü yanlarımız değil eksiklerimiz olduğunu söyler. Çok paradoksal gözükse de ötekileri eksiklerimizle baştan çıkarıyoruz! Aynı şekilde Ötekini sahip olmadığı şey için, yani eksiği için seviyoruz. (S.103)
(…) Anne karnına dönme düşlemi , Sandor Ferenczi tarafından bir zamanlar içinde olduğumuz amniyotik okyanusa geri dönme düşlemi olarak değerlendirmiştir. Ferenczi’ye göre bu Thalassal bir gerilemeye yol açar. Thalassal deniz demektir ve cinsel ilişki simgesel olarak bu düşlemi gerçekleştirmektedir. Yani cinsel ilişki neredeyse regressif bir arzuyla yapılmaktadır. (S.106)
(…) S.Freud birçok erkeğin sevdikleri kadını arzulayamadıkları, ya da arzuladıkları kadını sevemediklerini belirtir. Çünkü sevilen ve mahremiyeti yaşanan kadın tehlikeli bir biçimde, anneyi hatırlatacaktır. Çünkü ilk mahremiyeti anneyle yaşanır. Çünkü ilk kez annenin koynunda uyunur. Oysa aşk nesnesi olarak anneyi seçmek yasaktır. (S.108)
Önce beden vardı sözünü, ergenliğin dönüşümü söz konusu olduğunda önce beden değişti biçiminde okuyabiliriz. Önce beden değişti demek, bir kavga sonrasında kendini haklı çıkarmaya çalışanın “önce o başlattı, önce o vurdu” demesine benzer. Bu yanıt anorektik ergenin neden bedenine bu denli zarar verdiğinin sorulmasına verdiği yanıtla aynıdır. “Önce o başlattı!” (S.123)
Oysa ergenliğe gelince birden bire her şey hızlanır. Beden, ruhsal denge her şey değişir. Bir kaostur söz konusu olan. Ve artık zaman çizgisel (linéer) olarak yaşanacaktır. (S.159)
Talat Parman – Bağlam Yayınları
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder